Bu yazı, Komün Dergi1 sitesinde beş bölüm halinde yayınlanan aynı başlıklı yazının dördüncü ve beşinci bölümlerinden oluşmaktadır. Yazının ilk bölümünde teorinin donmuş bir şekilde ele alınamayacağı, emperyalizm teorisinin de bundan muaf olmayacağı vurgulanmıştır. İkinci bölümde, sermayenin uluslararasılaşmasının aldığı formla birlikte emperyalizmin geçirdiği dönüşüm ve emperyalizm teorileri ele alınmıştır. Bu bağlamda emperyalizm ve Marksist değer yasası arasında köprü kurmanın zorunluluğuna işaret edilerek süper sömürü ve eşitsiz mübadele teorilerine değinilmiştir. Üçüncü bölüm de ise Marksist değer yasasını, teorisinin merkezine yerleştiren Latin Amerikalı devrimci teorisyen Marini'nin Marksist Bağımlılık Teorisine yer verilmiş, yanı sıra emperyalizm-ezilen halklar çelişkisinin bugün geçirdiği dönüşüm ve süper sömürünün zayıf halka tespiti üzerindeki etkisi değerlendirilmiştir.
Neoliberalizm ve Harvey’e kısa bir parantez
Emperyalist kapitalist sistemin, 1974 petrol krizi ile görünür hale gelen, “kâr oranlarında genel bir düşüş, üretimde durgunluk, büyümede yavaşlama dönemi”nden çıkış yolu olarak, neoliberal sermaye birikim rejimine geçildi.2 1979’da ABD ve İngiltere (Demir Leydi Theacher, bu dönemin işçi sınıfı ve emekçilere karşı en saldırgan siyasi figürüydü) neoliberal yeniden yapılandırma politikalarının başını çektiler. 1980’li yıllara geldiğimizde, dünyanın birçok yerinde neoliberalizmin hakimiyetini görürüz. Emperyalizm teorisini güncellemekten bahsediyorsak, milat olarak neoliberalizme geçişi milat alabiliriz. Neoliberalizmin hâkim hale geldiği döneme kadar, ikinci dalga emperyalizm teorilerinin belli yönleriyle açıklayıcı olabildiği3 dünya durumu; bu tarihten sonra tedrici olarak -Sovyetlerin dağılması süreciyle birlikte hızlanarak- değişti. Bugün için ise dünyayı kavramamıza yardımcı olacak ve devrim stratejimizi oturtacağımız bir emperyalizm kavrayışına ihtiyacımız olduğu açıktır.
Üretimin uluslararası iş bölümünün bir sonucu olarak sanayi-üretim; ücretleri düşük, sanayi gelişimi geri, ülkelere kaydı. Çünkü değer üretiminde yaşanan tıkanma, ancak ucuz emek gücü üzerinden elde edilecek artı değer sömürüsüyle giderilebilmektedir. Sermayenin organik bileşimindeki yükseliş ve kâr oranlarındaki düşme eğilimi, emperyalist ülkelerde krizin tetikleyici unsuru oldu. Yaratıcı yıkım sürecini gerçekleştirme imkanlarının zayıflığı (burada Sovyetlerin olduğu bir dünyadan bahsettiğimizi unutmayalım), krizi derinleştirerek yeni bir birikim rejimini tetikledi. Neoliberalizm, genişletilmiş yeniden üretim yoluyla birikimde yaşanan tıkanmanın bir sonucu olarak gelişti.
Harvey bu süreci, “genişletilmiş yeniden üretim yoluyla birikimden mülksüzleştirme yoluyla birikime kayma” olarak tanımlar ve yeni emperyalizme rengini verenin bu olduğunu söyler. Onun mülksüzleştirme yoluyla birikim konusunda yazdıkları, sermaye için kuralsızlığın kural haline geldiği neoliberalizmi, aynı zamanda -kriz süreçlerinde daha da artan- ilksel birikimle birlikte görmemizi sağlıyor. Genişletilmiş yeniden üretim yoluyla birikimin, emperyalist ülkelerde (sermayenin organik bileşimindeki yükselme ile birlikte) tıkanmış olmasını, tek yönlü ele almasına rağmen, dönemin karakterini kavramak için Harvey’in yeni emperyalizm teorisine bakacağız. Öte yandan o, bütünleşik kapitalist dünyada, emperyalist metropollerde tıkanma yaşanırken, dünyanın bir başka yerinde (bağımlı ülkelerde) üretimin devasa boyutlarda sürdüğünü (yani genişletilmiş yeniden üretim sürecini) ve bunun emperyalizm teorisine etkisini görmüyor. Ayrıca Harvey, artık emperyalizm olmayan bir emperyalizme geçildiğini, mülksüzleştirmenin sonucu biriken öfkenin patlayacağı ve makul olana meyledecek bir şekilde emperyalizmin dönüşeceğini iddia ediyor. O, dünyayı sadece emperyalist ülkeler üzerinden okumakta ve krizden çıkış yolu olarak kapitalizmin aşırılıklarına karşı mücadele ederek yaşanabilir bir dünya tahayyülünü yaymaktadır. Literatüründe devrim yoktur. Burada Harvey’in yeni emperyalizm teorisini ele almayacağız. Sadece günümüz emperyalizmini, yaşanmakta olan birikim süreçleri ve uluslararasılaşan sermaye hareketi ile birlikte kavramanın önemine işaret ediyor, bu noktada ilksel birikimin de görüş alanımıza girmesi gerektiğini düşünüyoruz. Harvey’e de bu bağlamda üretken sermaye (sanayi ve yatırım odaklı sermaye) yerine para sermaye hareketinin öne çıktığı ‘70’ler sonrasında, sermaye birikim süreçlerinde ilksel birikimin oynadığı rolü (o, “mülksüzleştirme yoluyla birikim”4 diyor), ele aldığı için değindik.
Harvey’in yeni emperyalizm teorisi ile devrim yerine çıkış olarak ortaya koyduğu şey, mevcut koşullarda ABD ile Avrupa’nın öncülüğünde yapılacak yeni bir New Deal’dır. (Yeni Anlaşma). O, neoliberalizmin aşırılıklarının giderileceği düzeltilmiş kapitalizm savunucuları arasında en popüler olanıdır. Tıpkı Kautsky gibi “iyi” de bir Marksologtur. Bize ırak, liberal reformistlere yakın olsun. Bakın ne kadar da açık sözlü:
“Bu yeni "Yeni Anlaşma", sermaye dolaşım ve birikimini neo-liberal zincirlerinden kurtararak özgürleştirmek; devlet gücünü daha müdahaleci ve paylaştırıcı yönde düzenlemek; mali sermaye gücünü frenlemek; uluslararası ticaretle ilgili görüşleri medyaya dikte ettiren oligopol ve monopollerin ezici gücünü (özellikle askeri endüstri kompleksinin gücünü) demokratik yollardan denetlemek demektir. Sonuçta, Kautsky'nin çok önceden öngördüğü gibi, kapitalist güçlerin koalisyonuyla ulaşılan daha yararlı yeni bir "Yeni Anlaşma" emperyalizmine dönülecektir.”5
Harvey ve onunla benzer bir dizgede yeni emperyalizm teorilerini savunanlar, Lenin’in emperyalizm teorisinin yanlışlandığını düşünmekteler. Kendi teorik referanslarına göre pek haksız da sayılmazlar. Çünkü emperyalizmi, aynı zamanda hem tekelci kapitalist sistemin en yüksek aşaması hem proleter devrimler çağı olarak ele almadığınızda, yani dünyayı gelişkin bir diyalektik bütünlük içinde okumadığınızda, mümkünü yok, varılacak yer sistem içi olacak, en ilerisinden neokeynesciliğe demir atılacaktır. Onların yaptığı da budur.
Küreselleşmeye ve -hayalden ötesi olmayan- dünya devletine dair kısa bir değini
Günümüzde bir ürün; tasarımdan üretime, adeta dünya çapında işleyen bir üretim sürecinin sonucunda üretiliyor. Küresel üretim ve tedarik zincirleri, aynı zamanda işçi sınıfının enternasyonalleşmesi dinamiğini de çok daha fazla içinde barındırıyor. Bir tekel için üretim süreci, parçalara ayrılmış olarak, koşullar hangi ülkede daha uygunsa oraya taşınıyor. Konum sabitlenmesinin olmaması, kârı maksimize etmenin bir yoludur. Koşulların en uygun olduğu yer de en başta, sınıf mücadelesinin daha az geliştiği ve bu yüzden emek gücünün en ucuz olduğu yerdir. Hammadde tedarikinin ve pazara yakınlığın da önemli bir faktör olduğunu kaydetmeliyiz. Keza ekolojik tahribat konusunda sınır ve kısıtların olmaması ya da daha az olması da... Bugün herhangi bir elektronik malzeme, patent sahibi tekelin ülkesinde değil birçok farklı ülkede, iç içe geçen üretim süreçleri sonucu üretiliyor. Dell’in bilgisayar üretiminden bahsedeceksek, dünyanın dört bir yanına dağılmış, üç yüz işletmede üretilen yaklaşık 4.500 farklı parçanın oluşturduğu tümleşik üretim sürecinden bahsetmemiz gerekir.
Üretimin teknik temelinin gelişkinliği; üretim teknolojilerinde, bilişim, iletişim ve enformasyon alanlarında yaşanan değişim; uluslararası düzeyde sermayenin tekelci birikimi ile koşut olarak ilerler. Sermaye birikim sürecinde konum; iletişim ve ulaşım teknolojilerinde yaşanan devasa dönüşüm, lojistik ağların gelişmesi sayesinde alabildiğine esnek hale gelmiştir. Anadolu’nun orta büyüklükte, hatta küçük işletmeleri bile artık uluslararası üretim zincirlerinin bir parçasıdır.6 Sermaye yoğunlaşması ve tekelleşme, bir bütün olarak dünyanın birçok coğrafyasına ve üretimin her alanına nüfuz etmiştir.
Üretici güçlerin gelişimi de uluslararasılaşmıştır. Bunun en çarpıcı örneklerinden biri; Türkiye’nin askeri sanayi alanında kat etmiş olduğu mesafedir. Dün Türkiye gibi bir ülke, emperyalist işbölümü doğrultusunda, sadece kendisine düşen rolü oynardı ve bu konumlanma, aynı zamanda bağımlılık ilişkisi çerçevesinde, Türkiye’de üretici güçlerin gelişimi için sınır çizgisini oluştururdu. Bugün ise uluslararası işbölümü; ama asıl olarak, bilişim, iletişim ve telekomünasyon alanlarında yaşanan gelişmeler vb. ile -bilginin dünya çapında yayılımı sonucu- başka bir düzlemin içindeyiz.7 Ayrıca küresel hegemonya krizinin, Türkiye gibi bulunduğu coğrafyada görece özerk hareket edebilme kabiliyeti olan bir ülkeye tanıdığı imkanları da kaydedelim. Eşitsiz gelişim yasasının çok daha etkin bir biçimde işlemesine yol açan koşulların mevcut olduğunu söyleyebiliriz.
Kapitalizmin dünya çapında bütünsel gelişimi, 1990’lı yıllardan bu yana oldukça popülerleşen bir kavram olan küreselleşme ile tariflendi. Küreselleşme; neoliberal sermaye birikim rejiminin, cilalı imaj çağına uygun adıdır. İmparatorluk da küreselleşen dünyanın siyasal karşılığı olarak öne sürülen bir diğer kavramdı. Emperyalizm; küreselleşme, imparatorluk gibi soyut, sınıfsal karşıtlık ekseni oluşturmayan, adeta sınıflarüstü kavramlarla birlikte anıldı. Kavramlar, yüklenmiş oldukları anlamlarla birlikte değerlendirilmelidir. Bir kavramın kitlelerin bilincinde çağırdıklarına bigane kalamaz, biz bu temelde değil şu temelde kullanmıştık diyemeyiz. Küreselleşme, yeni emperyalizm teorilerinde, emperyalizmin imlediği sömürü ve tahakküm ilişkisini silikleştirmek için kullanılmaktadır. Sınıfsal çelişki ve çatışmaları perdeleyen; renksiz, adeta muz gibi bir kavramdır. Liberalizmin kavramlar setine başvurarak bugünün dünyasını anlayamaz, sınıfsal karşıtlık eksenini belirginleştiremeyiz.
Yeni emperyalizmi, 1980 sonrası neoliberal sermaye birikiminin öne çıktığı, Washington Uzlaşması8, 1990’larda Berlin Duvarı’nın yıkılması, Sovyetlerin çöküşü ve Sovyet Bloğunun dağılması sonrası oluşan dünya durumunu tanımlamak için kullananlar oldu. Oluşan yeni durumu tanımlamak için kullanılmasına hiçbir itirazımız olmaz. Yeter ki dost düşman ayrımını silikleştiren, sınıfsal mevzilenmeyi bulanıklaştıran bir içerikte olmasın. Ancak yeni emperyalizm teorileri, daha çok küreselleşmeci teoriler üzerinden geliştirildi ve buradan çıkışını alarak öne çıktı. İşte bununla problemimiz var. Devrimsiz, sadece neoliberalizmin aşırılıklarını dert edinen ve en nihayetinde varacağı yer, neo kaustkicilik olan küreselleşme ve yeni emperyalizm teorileriyle ve bu teorileri çağrıştırdığı için yeni emperyalizm kavramlaştırması ile aramıza mesafe koyacağız.
Üretimin dünya çapında toplumsallaşması; sermaye ve meta dolaşımının alabildiğine uluslararasılaşması, iç içe geçmesi demektir. Emeğin payına düşen ise -bağımlı ve yeni sömürge ülkelerde- üretim ve emek süreçlerinin alabildiğine esnekleştirilmesi ile ücretli kölelik koşullarının iyice ağırlaştırılmasıdır; bu da yetmez, emeğin jiletli tellerle, ülke sınırları boyunca uzanan utanç duvarlarıyla bu koşullara mahkum edilmesidir.
Küreselleşme teorisi, kapitalist dünya ekonomisindeki bütünleşme ve iç içe geçme ile ulusal ekonomilerin varlığını koruması çelişkisini ve bu çelişki temelinde ortaya çıkan yeni durumu yok sayıyor ve bütünleşme yönünü sadece görüyor. Bu yaklaşım, aynı zamanda sınıfsal karşıtlık eksenini ortadan kaldırdığı gibi emperyalizme karşı mücadeleyi de ulusalcı ve gerici olarak yaftalamakta; devrim hedefli sınıfsal-toplumsal mücadeleleri arkaik ilan etmektedir.
Bizim emperyalizm kavrayışımız, uluslararasılaşma ve ulus devletin çelişkin diyalektik birliği temelinde yükselir. Böylesi bir çelişki kavrayışı olmayan ve süreçleri düz, doğrusal bir çizgide değerlendirip ekonomi-siyaset ilişkisini de bu basitlikte ele alan küreselleşme savunucularına karşı, ideolojik-teorik yönden güçlü bir teşhir çalışması, aynı zamanda devrim ekseninin savunulmasıdır.
Küreselleşme ve uluslararasılaşma iki farklı düzlemi ifade eder. Biri ulus devletlerin ve ulusal ekonomilerin aşıldığını veya aşılmaya başlandığını söyler, diğeri ise sermayenin ve üretimin uluslararasılaştığını ve ancak bunun ulusal menşeili sermaye gerçekliğini ortadan kaldırmadığını; uluslararasılaşmanın, tekeller arası rekabet nedeniyle, ulus devletlerle birlikte var olduğunu ifade eder. Ulus devletlerin aşıldığı veya aşılmaya başlandığı tezi, aynı zamanda tek ülkede devrim gerçekliğinden de bizi uzaklaştırır. Burada alt metin, küreselleşmiş bir dünyada tek ülkede devrim yapmanın koşullarının ortadan kalktığıdır. O halde tek tek ülkelerde devrim olamayacaksa ve de iktidar alınamayacaksa, dünya çapında da bunun koşulları olmadığına göre, kapitalizm koşullarında, her yerde kapitalizmin yarıklarından yeni bir yaşamı filizlendirmek ve tekelci kapitalizmin iktidar alanını daraltmak gerekir. Biyoiktidarcı tez ve yaklaşımlar da buradan filizlenir. Oysa bugün tek ülkede devrim, aynı zamanda bölgesel devrimlere ve dünya devrimine doğru gelişecek bir devrimler silsilesine yol verecek şekilde gerçekleşme dinamiklerini taşıyor.
Öte yandan bugün küreselleşme teorilerinin gündemden düşmesine yol açan birçok gelişme üst üste bindi. Neoliberal küreselleşmenin karşıtına dönüşen bir hareketin, özellikle Ukrayna savaşı sonrası geliştiğini söyleyebiliriz. Bu daha ilk öncü sarsıntıdır. Ancak öyle hafife alınabilecek bir durum da değildir. ABD ekonomisinin ayakta kalmasını sağlayan Çin’in, patlak verecek bir Tayvan krizine ön hazırlık babında, Rusya benzeri yaptırımlarla karşı karşıya kalma olasılığına karşı atmaya başladığı adımları burada sayabiliriz. Yine, doların tahtının sallanmaya başlaması da bu kapsamda ifade edilebilir. Bretton Woods, altın karşılığı olacak şekilde doların dünya rezerv parası olmasını sağlamıştı. 70’li yıllara geldiğimizde, kendi krizine çözüm arayan ABD, piyasaya sürdüğü doların altın karşılığını gösterme zorunluluğunu tek taraflı olarak ortadan kaldırdı. Bu, onun kapitalist dünyayı ekonomik, siyasi, askeri olarak dizayn etmesini perçinleyen bir gelişmeydi. Şimdi ise bu rolü, sarsılmış durumda ve doların rezerv para olmaktan çıkmaya başlaması; küreselleşmenin tam karşıtı bir dalganın geliştiğine işaret olarak da okunabilir.
Emperyalizm; sermayenin (aynı zamanda üretimin) uluslararasılaşması ve ulusallığı çelişkisini içinde barındırır. Ulusallığın aşılması demek olan dünya devletine doğru olan eğilim, ulus devletlerin önemini yitirmeye başlaması, üzerine birçok tartışma yürüyor. Bunun devrimci harekete sirayet eden boyutları da var. Bu yönlü değerlendirmeler; meselenin salt ekonomik temel üzerinden (o da nesnel hayatın çelişkileri içerisinden değil teorik olarak) ele alındığını gösterir. Bahse konu eğilimin tersine ilerleyen süreçleri görmez. Ve ayrıca böylesi bir eğilim tespitine, salt bir yöne yaslanarak ve çelişkin diğer tüm yönleri yoksayarak ulaşır. Eşitsiz gelişim yasası, varolan emperyalist hiyerarşinin güncellenmiş yeniden üretimini sağlar. Sıralamada tepe noktasında olan ve oyunun kurallarını belirleyen, düzenleyici aktör olarak rol alan ülke, hızlıca alabora olmasa da değişim en nihayetinde olur. Yine dünyanın fetret devri diye okuyacağımız böylesi bir kaos aralığının, sınıf mücadeleleri zemininde ne yöne doğru evrileceği, hangi devrimci imkanlara yol vereceği de kestirilemez. Devrimci özne, çelişkiyi kanırtmaya ve devrime uzanmaya çalışır, devrimin imkansızlığı temelinde gelişen liberal reformist havayı beslemez.
Bugün kimselerin imparatorluk hayallerine kapılabileceği bir dünya yok. Yine “imparatorluk” düzeninin tepe noktasında konumlanacak bir özne de yok. Dün, ABD’nin başını çektiği emperyalist Batı’nın dizayn edebildiği bir dünya vardı. Bugün ise çok kutuplu, rekabet ve çatışmanın kıyasıya sürdüğü bir dünyada yaşıyoruz. Henüz dünyada ekonomik, siyasi ve askeri olarak ABD’nin hegemonyasını bir bütün olarak yok edebilecek bir gelişme olmadı. Ancak 2008 krizi sonrası yaşananlarla, bunun aşındığını söyleyebiliriz. ABD gibi bir gücün, emperyalist Batı bloğunun emperyalist hiyerarşide alaşağı edilmesi, elbette yumuşak geçiş biçiminde olmayacaktır. Doların dünya rezerv parası olmaktan çıkması; IMF, G-7, G-20, DB, NATO vb. tüm kurumların işlevsizleşmesi veya ortadan kalkması öyle kolay bir süreç değildir. Dünya ekonomisinin kurulu olduğu bu sistemin alt üst olması; dünyada ekonomik, siyasal, sınıfsal/toplumsal, askeri alanda her şeyin ters yüz olması demektir. Bu, kanlı savaşlardan, devrimsel süreçlere kadar birçok gelişmeye de mahal verecektir.
Üretimin bu denli uluslararasılaşmasına rağmen emek gücünün hala ulusal sınırlara hapsolmuş vaziyette olması, işçi sınıfını güçsüz kılan etmenlerden biridir. Bugün enternasyonal mücadele ve ilişkiler, hiç olmadığı kadar önem kazanmıştır. Önümüze açılan bu yeni dünyanın ve durumun içerisinde, gelişkin bir enternasyonalist mücadele olmaksızın, işçi sınıfının devrimci rolünü oynayabilmesi artık mümkün değildir.
Emperyalist kapitalist sistem varoldukça rekabet ve savaşlar, tektonik güç değişimleri daimdir
Küreselleşme teorilerini savunanlar, Sovyetlerin çökmesi sonrası ilan edilen “yeni dünya düzeni”nin ışıltısı ile emperyalistler arası rekabetin aşıldığını ve Lenin’in emperyalizm teorisinin yanlışlandığını iddia ettiler. Artık emperyalizmin lafı bile kulak tırmalayıcıydı bu kesimler için. 2000’li yıllarda, özellikle Afganistan ve Irak işgalleri sırasında, dünyanın ABD’nin arkasında dizilmesi, ABD’nin dünyaya tek başına yön vermesi; bu tarz yorumların popülerleşmesine neden oldu. Ancak 2008 krizi sonrası değişmeye başlayan güç dengeleriyle birlikte, bu durum farklılaştı. Nitekim Rusya’nın Suriye krizi bağlamında yeniden Orta Doğu’ya inmesi, Ukrayna savaşı, NATO’nun 2030 vizyon belgesini Çin ve Rusya tehdidi üzerinden dizayn etmesi vb. birçok gelişme üzerinden diyebiliriz ki, Lenin’in rekabet üzerine yazdıkları güncelliğini korumaktadır. Hiçbir neokauskyci teori, bu realitenin üstünü örtemez.
Yeni dünya düzeni, ABD’nin tepe noktasında olduğu bir emperyalist güçler hiyerarşisini ifade ediyordu. Kimileri, bu durumu büyük bir huşu içinde, Amerikan İmparatorluğu yüzyılı olarak tanımladı. Küresel finans sisteminin belirleyici aktörü -doların dünya parası olması ile birlikte- ABD, siyasi olarak da dünyaya hükmedendi. Nitekim yeni emperyalizm teorilerinin savunucuları da ultra emperyalizmin bir biçimi olarak, dünyanın ABD tarafından dizayn edileceğini; yeni bir New Deal dışında bir gelecek projeksiyonuna yer olmadığını iddia ediyorlardı. Artık ne bir dünya savaşı ne de devrimler yaşanacaktı. Bu anlamda neoliberal küreselleşmeye karşı savunulacak tek şey; yeni Keynesyen politikaların yön verdiği bir dünyaydı. Ancak bu teorilerin mürekkebi kurumadan, 2008 krizi patlak verdi. ABD ve AB’nin sarsıldığı, diğer yandan dünyada “yükselen piyasalar” diye ifade edilen Çin başta olmak üzere BRİCS ülkelerinin (ve Türkiye gibi orta derecede gelişmiş kapitalist ülkelerin) ise bu kriz anaforuna uzun süre kapılmadığı, hatta yüksek büyüme rakamlarına ulaştığı bir süreç yaşandı.
2008’de patlak veren ve çıkış emareleri de henüz ufukta görülmeyen “Üçüncü Büyük Buhran” kriz; kapsam ve etkisiyle 1929 Büyük Buhranı ile karşılaştırılabilir ve bu anlamda olarak nitelendirilebilir. Büyük altüst oluşlarla birlikte yaşanan bu kriz aralığı; ABD’nin ekonomik, siyasi, askeri, ideolojik, kültürel birçok cepheden baskın karakteriyle belirleyici olduğu dünya düzenini sarstı. Gelinen noktada tek bir hegemon gücün belirleyeceği bir dünya ekonomisinin ve siyasetinin artık söz konusu olamayacağını söyleyebiliriz. Çin’in yükselişi, ABD’nin dünyayı ekonomik, siyasi, askeri olarak belirler pozisyonda olmasını tehdit eder noktaya geldi. ABD’nin her yıl yayınlanan ulusal güvenlik strateji belgesinde de NATO'nun yeni stratejik vizyon belgesinde de büyük tehlike olarak Çin’e (ve şer ekseninin diğer ortağı Rusya’ya) işaret edilmesi, bu yüzdendir. Kartların yeniden karılacağı bir dünya ile karşı karşıyayız. Her bir emperyalist güç; dünyanın yeni güç diziliminde, kendi payına düşeni istiyor. O da yetmez, yine her biri, bu payı büyütmenin arayışına giriyor. Bu, emperyalist güçler arasındaki rekabetin kızışması demektir. Ve elbette siyasetin en yoğunlaştırılmış ifadesi olan savaşların kaçınılmazlığını da unutmayalım. Her büyük buhran, tektonik güç kaymalarına neden olmuştur. Yeni oluşmakta olan güç ilişkilerinin siyasal bir form kazanması ve dünyanın yeniden dizaynı; aynı zamanda yaratıcı yıkıcı süreci radikal bir şekilde işletecek savaşları koşullar.
Bugün yaşanan küresel hegemonya krizi; düne kadar dünyayı dizayn eden (siyasi olarak dünya devletine doğru olan eğilimin de ifadesi olan) ekonomik, siyasi kurumların prestij yitiminden de anlaşılabilir. Neoliberal küreselleşme için artık deniz bitti. Daha 15 yıl önce Dünya Ticaret Örgütü’nün raundlarıyla yatıp kalkılıyordu, bugün DB başkanının adını bile bilmiyoruz. Keza IMF için de bunları söyleyebiliriz. Dünyaya yön veren, dizayn eden uluslararası kurumlar, misyon kaybı yaşıyorlar. Ancak henüz ufukta onların yerine dünyaya yön verecek -örneğin Çin ve Rusya’nın, BRİCS’in- başka yapı ve kurumlar da boy vermedi. Ayrıca bu, kimin ön alacağının belli olduğu bir süreç de değil. Zira kapışma sadece emperyalist kapitalist güçler arasında değil asıl olarak sınıflar arasında seyredecektir.
ABD, dünya ekonomisini ve siyasetini belirlemede hala en önemli aktör ama tek belirleyici değil ve gerilemekte olan da bir güç. Diğer yandan Çin ve Rusya’nın yanı sıra, müttefik güçleri üzerinde de hegemonya kaybı yaşıyor. Hatta emperyalist bloklar arasında yaşanmakta olan güç mücadelelerinin de etkisiyle; düne kadar ABD’nin yörüngesinde olan bağımlı ve yeni sömürge ülkeler dahi, kendi bölgelerinde yer yer ABD’nin hilafına pozisyon alabiliyor.
Dünyanın her yerinde, tekelci mali oligarşinin ulus devletlere ihtiyacını tetikleyen, kıran kırana bir rekabet yaşanıyor; adeta altta kalanın canı çıksın oyunu oynanıyor. Bu güç mücadelesinin; kendisini silahların diliyle ifade etmesi de eşyanın tabiatı gereğidir. Ukrayna Savaşı, bölgesel bir savaşa dönüşme dinamiklerini içinde barındıran Gazze savaşı ve Tayvan üzerinden yaşanacak muhtemel bir çatışma, bunun en yalın işaretidir.
Ulus devletlerin aşıldığı ve gidişatın dünya devletine doğru olduğu yönündeki değerlendirmelere, yeni emperyalizm teorisyenlerinin öbekleştiği her platformda rastlamak mümkündür. Oysa ulus devlet, sermayenin ve üretimin bunca uluslararasılaştığı bir süreçte, emek gücünün ulusal sınırlar içerisinde kalması için bile varlığını koruyacaktır. Çünkü o sınırlar ki, emeğin süper sömürüsü için şarttır. Artı değer sömürüsünün azamileştirilmesi kâr oranlarındaki düşme eğilimi yasasına karşıt yönde gelişen bir hareket olarak ucuz emek gücü, ulusal sınırları gerektirir. Bu anlamda kapitalizmin küreselleşmeyi tamamlayamayacağını, bunun onun sınırı olduğunu söyleyebiliriz. Küreselleşme, neoliberal küreselleşme vb. üzerinden söz kurmaya çalışan devrimci cenaha da yeni emperyalizm teorilerinin sirayet ettiğini söyleyebiliriz. Doğrudan savunmasalar da kadir-i mutlak emperyalist ABD/Batı değerlendirmeleri ile bu zemine düşmekteler. Bu, Lenin’in emperyalizm teorisini, sözde olmasa da özde rafa kaldırmanın bir başka ifadesidir. Oysa Lenin, barışçıl dönemlerle güç ilişkileri bağlamında dünyanın yeniden paylaşımı ve dizaynı için yapılan savaşları iç içe ele alır. Bir emperyalist gücün, ki bu genelde ABD oluyor, kadir-i mutlak güce sahip olduğunu savunmuyorsak, emperyalist kapitalist güçler arası mücadeleyi, rekabeti reddedemeyiz. Ve bunun sonucu olarak emperyalist paylaşım savaşlarının döneminin bittiğini iddia edemeyiz.
Küreselleşme teorileri ve ulus devletlerin aşılması-dünya devletine doğru eğilim üzerine ayrıca yazacağız. Şimdilik konuya kısa bir giriş yapmış; görüşlerimizi, genel hatları ile ifade etmiş olduk.
Alt-emperyalizm teorisi ışığında Türkiye’nin bölgesel emperyalistliği
Bağımlılık okulu teorilerinde emperyalizm, yeni sömürgelerde iç talebi geliştirmez, bu nedenle az gelişmişlik ilişkisinde bir devamlılık vardır. Orta derecede gelişmiş kapitalist ülkelerin gelişim sürecine baktığımızda bile bu teorinin yanlışlandığını görürüz. Marini bu tezi savunmaz. O iç talep gelişmeksizin de -ihracata dönük üretimi esas alan bir sanayileşmeyle- kapitalist gelişimin sağlanabileceğini savunur. Brezilya örneğini verir. Buradan ilerleyerek, emperyalist kapitalist sistemin hiyerarşik dizgesini açıklayabileceğimiz alt-emperyalizm teorisini geliştirir. Bu anlamıyla Marini’nin Bağımlılık teorileri içerisinde ayrı bir damarı temsil ettiğini söyleyebiliriz. Onun öncülüğünü yaptığı Marksist bağımlılık teorisi, 21. yüzyılı açıklamamızda elimizi rahatlatacak birçok argümanı verir bize. Bu anlamıyla ayrı bir yere konulmayı hak ediyor.
Marini, alt-emperyalizm teorisi ile emperyalist kapitalist sistemin hiyerarşik diziliminde, piramidin üst sıralarında yer alan gelişkin kapitalist ülkelerin yanı sıra orta derecede gelişmiş kapitalist, geri kapitalist ülkelerin konumunu ve bunu belirleyen etmenleri irdeler. Brezilya'yı 65-70'li yıllarda alt-emperyalist olarak tanımlayan Marini; bağımlı kapitalist ülkelerin hepsinin, aynı torbaya veya piramidin aynı basamağına yerleştirilemeyeceğini savunur. Örneğin o dönem için ağırlıklı olarak ham madde ve tarımsal ürün ihraç eden ve karşılığında sanayi ürünü ithal eden Latin Amerika ülkeleri ile orta gelişmişlikte kapitalist bir ülke olan ve dışarıya sanayi ürünleri ihraç edebilen, pazar ihtiyacı nedeniyle belli bir yayılmacı politika güden, ABD’ye bağımlı olsa da özerk davranabilme kapasitesi ile öne çıkan Brezilya'nın aynı kategoride olmadığını vurgular.
“Her halükarda, hem üretken sermaye dolaşımının hem de para sermaye dolaşımının genişlemesi ve hızlanması, yukarıda bahsedilen dünya krizinden [1929 büyük buhranından, nba.] önce geçerli olandan farklı bir uluslararası işbölümü şemasına dayanan yeni bir kapitalist dünya ekonomisini şekillendirmektedir. Gıda ve hammaddelere karşılık imalat ürünlerinin değiş tokuşu ile karakterize edilen basit merkez-çevre modelinin zamanı geçti. Sanayinin giderek daha belirleyici bir rol üstlendiği bir ekonomik gerçeklikle karşı karşıyayız. Bu, sanayi sermayesi maden çıkarma ve tarım alanlarında genişleyip güçlenirken bile geçerlidir; imalat sanayinin küresel yayılımını ve çeşitlenmesini göz önünde bulundurduğumuzda daha da geçerlidir. Sonuç, kapitalist ülkelerin yeniden ölçeklendirilmesi, piramidal bir hiyerarşiye tabi tutulması ve bunun sonucunda orta ölçekli birikim merkezlerinin -ki bunlar aynı zamanda orta ölçekli kapitalist güçlerdir- ortaya çıkması olmuştur ki bu da bir alt-emperyalizmin ortaya çıkışından söz etmemize neden olmuştur. Aynı zamanda bir entegrasyon süreci olan bu çeşitlenme sürecinin başında hala dünya krizinin ortaya çıkardığı süper güç bulunmaktadır: Amerika Birleşik Devletleri.” 9
Bu tespiti, Marini ‘70’li yıllarda yapar. TDH’de donmuş olan emperyalizm teorisi ile Marini’nin bu yaklaşımı, tam karşıt yönde bir gelişmenin sonucudur. Latin Amerika’nın devrimci yıllarında, devrimlerin gündemde olduğu bir zaman diliminde, devrimci savaşın önünü açacak bir teorik birikimdir onunkisi. Bu yıllara damgasını vuran Bağımlılık Okulu’nda azgelişmişlik mukadderattır. Ve zaten bu teorinin en büyük boşluğu da buradadır. Oysa Marini, süper sömürü, eşitsiz mübadele, alt emperyalizm ve devletin dönüşümünü içine alan Marksist bağımlılık teorisi ile bu parantezin içinde yer almaz. Onda emperyalist kapitalist dünyayı karakterize eden hiyerarşik piramit, stabil değildir.
Marini’nin Marksist bağımlılık teorisi, diğer bağımlılık teorilerinde olduğu gibi, çevre olarak nitelendirilen bağımlı ülkelerde kapitalist gelişmenin imkansızlığına değil, değer ve artıdeğerin çevreden sistematik olarak emperyalist merkezlere transferine vurgu yapar. Bağımlı ülkelerdeki sermaye birikim ve yeniden üretim süreçlerini (tarihsel ve yapısal karakterini ve bunun etkilerini gözardı etmeksizin); sınıf, sınıf mücadelesi ve devletin emperyalizmle bağı içerisinde ele alır. Bu bağlamda, örneğin emeğin aşırı sömürüsü; bağımlı ülke tekelci burjuvazisinin/alt emperyalist ülke burjuvazisinin emperyalist merkezlere değer ve artıdeğer transferi nedeniyle uğradığı “kaybı” telafi etmesinin zorunlu sonucu olarak gelişir. Marini’nin emperyalizmi kavrayışında temel yapı taşı emeğin aşırı sömürüsü-süper sömürüdür. Alt-emperyalizm teorisini bu zemine oturtması; en başta sınıf çelişkilerinin keskinleşmesi ve alt-emperyalist ülkelerde aynı zamanda devrimci isyan ve kalkışma potansiyelinin yüksekliğine işaret eder.10
Bir ülkenin alt-emperyalist olabilmesi için, sermayenin organik bileşimi önemli olmakla birlikte, tek başına yeterli değildir. Yeni pazar edinebilecek koşullara; sermayenin üretim ve yeniden üretimini gerçekleştireceği mekansal genişlemeyi -yani yayılmacılığı- sağlayabilecek imkana sahip olması gerekir. Burada alt-emperyalizmin ekonomi-politiğinden bahsetmiş oluyoruz. Sadece ekonomik temel üzerinden tanımlamadığımız gibi tarihsel-toplumsal-siyasal-kültürel arka planla geliştirilen her yayılmacılığın da yeterli olmayacağını vurgulayabiliriz. Ekonomi-siyaset ilişkisinin bu kadar iç içe geçtiği bir dünyada, ekonomi politiğin kavranışı çok daha büyük bir önem arz etmektedir.
Emperyalist kapitalist sistemin hiyerarşik diziliminde yeni sömürge veya bağımlı ülke tariflemesine tam oturmayan ülkeleri, nasıl niteleyeceğimiz sorusu önemli bir yerde duruyor. Biz bu soruya alt-emperyalizm teorisi üzerinden yanıt aramaya çalışacağız. Bölgesel güç merkezi olan ülkeler, bu konuma ekonomik, siyasi ve de askeri olarak, emperyalist güçlerin ajandaları ile uyumlu bir hat izleyerek gelebilmektedir. Bu, bağımlılık ve özerklik durumunun iç içe olduğu bir konumlanmadır. Her ne kadar bugün yaşanmakta olan küresel hegemonya krizi, emperyalist güçler arası çelişki ve çatışma alanlarından doğan boşluklar; bu ülkelere daha geniş bir hareket alanı sağlasa ve özerklik derecelerini yükseltse de onlar ara güç durumundadır ve kendi başlarına oyun kurucu olabilecek kapasiteleri yoktur.
Tekelci burjuvazi fıtratı gereği; sürekli içeride ve dışarıda, doğal zenginlikten, üretilen değerden, topraktan daha fazla pay kapma arayışındadır ve bunun için gerektiğinde siyasi erkin yol temizliği yapmasını ister; tekelci kapitalist devlet de bunu yapar. Burada tekelleşme eğilimiyle birlikte sermayenin doğasına içkin olan bir durumdan bahsetmiş oluyoruz. Bu anlamda, Yunan sermayesinin de Mısır sermayesinin de Irak sermayesinin de arzusu budur. Ancak arzu başka, güç başka bir şeydir.
Bir ülkenin emperyalist kapitalist sistemin mimarisindeki yerini; sadece ekonomik gelişimine bakarak değerlendirmek, mekanik bir kavrayışın ifadesidir. Türkiye’nin pozisyonu, salt ekonomik olan üzerinden tartışılamaz. Meselenin, ekonomik olana ek olarak tarihsel-yapısal, toplumsal, siyasi, askeri, kültürel, jeopolitik birçok boyutu var. Türkiye bir zamanlar az gelişmiş olsa da bugün asla geri kapitalist bir ülke değildir. Yine bir zamanlar yeni sömürge olan ama bugün asla emperyalizmle ilişkisi sömürgecilik temelinde tanımlanabilecek bir ülke de değildir.
Karşılaştırmalı bir örnek olarak Güney Kore’yi ele alabiliriz. Güney Kore, ekonomik kapasitesi, ürettiği katma değer, GSYİH’nin yüksekliği ile Türkiye’yi ekonomik olarak geride bırakmasına rağmen, siyasi, askeri olarak ABD’yle ilişkileri (bağımlılık derecesi); jeopolitik konumu itibariyle yayılmacı bir strateji geliştirme imkanına sahip olmaması nedeniyle alt-emperyalist kategorisinde değerlendireceğimiz bir ülke değildir. Çünkü özerk davranabilme imkanları oldukça kısıtlı. Türkiye ise hem içinde bulunduğu bölgenin durumu, tarihsel-toplumsal etkileşim düzeyi, ekonomik gücü, ama en çok da askeri ve siyasi gücü ve kapasitesi ile küresel hegemonya krizinin yaşandığı dünyamızda, özerk hareket edebilme imkanları artmış bir ülkedir. Türkiye için, alt-emperyalist veya bölgesel emperyalist tanımları yapılabilir. Alt-emperyalizmi referans alarak; ekonomik güçlerini büyüten, bulunduğu coğrafyada emperyal hedefler doğrultusunda politika güden, işgal hamleleri yapan, siyasi ve askeri olarak bölgeye nüfuz etmeye çalışan Türkiye’yi bölgesel emperyalist olarak değerlendirebiliriz. Özellikle Suriye topraklarında, Rojava ve Güney Kürdistan’da giriştiği sömürgeci işgal hamleleri üzerinden bölgesel yayılmacılığını sivriltmek, karşıtlık eksenini güçlendirmek için bölgesel emperyalist tanımını öne çıkaracağız.
Öte yandan Türkiye’nin ekonomik yayılımı, sermaye ihracı ve ekonomik nüfuz alanları oluşturma çabaları, siyasi etki düzeyi; sadece yakın bölgesi ile sınırlı değildir. Özellikle Afrika ülkeleri ile kurduğu ilişkiyi buna örnek verebiliriz. Bu bahiste Somali11 ve Sudan’daki askeri üslerini not etmiş olalım. (Türkiye’nin, askeri varlığının olduğu üçüncü Afrika ülkesi Libya’daki konumlanışı ise üs kurmaktan çok daha ileridedir.) Son zamanlarda, Afrika’da, kölecilik ve sömürgecilik geçmişiyle halkların haklı nefretinin hedefi olan emperyalist Batı ülkeleri güç kaybederken -Batı Sahel’de gelişen askeri darbelerin hedefi başta Fransa olmak üzere emperyalist Batı oldu- etki alanını daha da artıran Çin ve Rusya ile birlikte, Türkiye’nin de hareket alanı genişledi. Yine Afrika, Türkiye’nin SİHA ve silah ihracatının merkez üslerinden biri oldu. Ama sadece bu değil, Türkiye, birçok cepheden Afrika pazarına göz dikmiş durumda. Bu nedenle, yakın bölgesinde halkların günü ve geleceğine kan doğrayan bir ülke olarak bölgesel emperyalist olarak tanımlarken, etki ve nüfuz alanını daraltmamak için de emperyalist hiyerarşideki yerini alt-emperyalizm biçiminde ifade edebiliriz.
Neoliberal sermaye birikim rejimine geçişle birlikte Türkiye, uluslararası tekellerin büyük ölçekte yatırım yaptığı ve tekelci burjuvaziyle artan düzeyde ortaklıklar geliştirdiği bir ülke oldu. Küresel üretim ve tedarik zincirlerinin ayrılmaz bir parçası; özellikle son yirmi yılda enerji ve uluslararası ticaretin önemli bir kavşak noktası haline geldi. Tüm bunlar, Türkiye’nin -ki AKP iktidarıyla, hem yönetsel hem de konjonktürel olarak oldukça elverişli koşullara sahip olduğunu da belirtelim- atağa geçmesini sağladı. Bugün ekonomik olarak yaşadığı darboğaz, onun ligden düşmesinin değil, liginin gereklerini yerine getirmede yaşadığı zorlanmalarının sonucudur.
Türkiye, G-20 ülkesi olarak giderek ağırlığı artan bir ekonomik güç ve potansiyele de sahip. Son yıllarda madencilik ve inşaatta sermaye birikiminde sağladığı yükseliş trendi; enerji dağıtımında ve uluslararası ticarette oynadığı rol; askeri-sanayide gösterdiği gelişme ve dünyada en fazla silah ihracatı yapan ülke sıralamasında ilk onda yer alması; uluslararası işbölümünde tekstil gibi ucuz emek gücüne dayalı sektörlerin yanı sıra otomotiv de dahil yüksek teknoloji gerektiren birçok sanayi dalında üretim kapasitesini artırması; uluslararası tekellerle artan ortak yatırımları... ve daha sayabileceğimiz birçok gelişme, Türkiye’nin kabuğunu zorlamasını koşulladı. Küresel üretim ve tedarik zincirlerinin önemli bir halkası olarak, tüketim malları üretiminde kat ettiği mesafe azımsanamaz. Başta TÜSİAD sermayesi olmak üzere, tekelci burjuvazinin emperyalist tekellerle ortak yatırım, işbirliği yaparak yüksek teknolojili üretimde derinleşmesi; konumunun avantajını kullanarak (Akdeniz, Ortadoğu, Kafkasya ve Balkanlar havzalarının kesişim noktasında olmaktan kaynaklı) dış pazara açılabiliyor olması da altı çizilesi niteliktedir.
Yine Türkiye, NATO’nun en büyük ve savaşma kapasitesi yüksek ordularından (40 yıllık bir savaşın içinde pişmiş) birine sahip olması ile de bölgesinde ve kendi liginde öne çıkıyor. Ayrıca Kürt halkına karşı topyekün sürdürdüğü savaş, onun için aynı zamanda bölgedeki işgal saldırıları ve yayılmacı politikalarına bir tramplen işlevi görüyor. Diğer yandan “terör tehdidi” retoriğini de aşan bir yayılmacı hatta yürüdüğünü de söyleyebiliriz. Bölgenin istikrar ve istikrarsızlığından etkilenecek bir güç olarak, ortak inanç ve değerlere sahip olmayı da kullanarak, Libya’ya, Afrika’nın derinliklerine doğru uzanan hamlelerine zemin oluşturuyor. Tüm bunları; son dönemde yaşadığı ekonomik krizle birlikte, hatta yer yer krizi yeniden yapılandırma adımları için fırsata çevirerek sürdürüyor.
2008 büyük buhranı, neoliberal sermaye birikim rejiminde yaşanan tıkanma ve emperyalist güçler arası hegemonya mücadelesi; bir yanda Türkiye’nin kriz mekaniğini oluştururken bir yandan da ona sıçrama imkanı sundu. Bugün Türkiye’nin yaşadığı kriz, biz biliyoruz ki; aynı zamanda, sıçrama/güç yükseltimi yönünde yaptığı hamlelerde yaşadığı bir tıkanmadır. Ve bu gerilemenin, geriye düşüşün kendisi, mutlak değil göreceli bir gerileme, geriye düşüştür (Oysa yıllardır, her krizden çöküş bekleyen, Türkiye’yi ha battı ha batacak bir ülke olarak değerlendirenler, bu sonucu çıkarmaktadır).12
Türkiye, hiçbir zaman jeostratejik konumunu bu denli güçlü bir koza dönüştürmemişti. Bu, konjonktürün ona sunduğu bir imkan. Halihazırda mevcut ekonomik düzeyi ile emperyalistlerle bağımlılık ilişkisine son verebilecek durumda değil, ancak endüstriyel kalkınma planlarını gerçekleştirebilecek ve dünya ekonomisi içerisinde konumunu farklılaştırabilecek dinamiklere sahip bir ülke. O, bugün içinde bulunduğu coğrafyanın avantajlarını da kullanarak küresel güç paylaşımında bir ara güç olarak konumlanabilmektedir.
Türkiye’nin alt-emperyalist olarak motivasyonunu oluşturan: 1- Sermayenin kendisini gerçekleştirme sürecinin bir sonucu olarak pazar ihtiyacı, 2- Ucuz hammadde ve enerji kaynaklarına sahip olma ihtiyacı, 3- Yayılacağı ülkelerdeki emek sömürüsüne duyduğu ihtiyaç (Türkiye’nin kendi içinde de bu sömürü mekanizmalarını göçmen nüfus üzerinden sağladığını vurgulayabiliriz.) 4- Beka sorunu haline getirdiği Kürt sorununu, aynı zamanda dört parça Kürdistan’da Kürt halkının kazanımlarını yok ederek, sömürgecilik siyasetini derinleştirerek “çözme” arayışı, 5- Toplumsal/sınıfsal çelişki ve çatışmaların, tarihsel/yapısal çelişkilerle iç içe geçerek yaşanan toplumsal yarılmanın oluşturduğu fay hattındaki enerjiyi; baskı ve tahakküm araçlarıyla kontrol altına almaya çalışırken -Kürt halkı ve ezilen ulusal azınlıklara düşmanlığın yanı sıra- büyük devlet mitiyle geliştirdiği şovenizm üzerinden de egemen sınıfın ihtiyaçlarına altlık yapma çabası... belirleyicidir.
Emperyalizmden görece özerk bir konumlanmaya sahip güçlü bir devlet yapısı olmaksızın bir ülkenin, alt-emperyalist/bölgesel emperyalist olması mümkün değildir. Yine sermaye birikim sürecinde, emeğin süper sömürüsü anlamına gelen despotik emek rejimini örgütlemek; genişletilmiş sermaye üretim sürecini sürtünme oluşturup yavaşlatabilecek yapısal-tarihsel etmenleri, toplumsal, siyasal, kültürel süreçleri sermayenin isterleri doğrultusunda dönüştürmek veya kontrol altında tutmak; artan pazar ihtiyacının bir sonucu olarak yayılmacılığı sürdürebilmek; güçlü, merkezi yapısını daha da yoğunlaştırmış bir devleti gerektirmektedir. Bu yönleriyle ele aldığımızda da Türkiye’nin güç yükseltimiyle birlikte bölgesel emperyalist bir ülke konumuna geldiğini söyleyebiliriz.
Bölgesel emperyalist bir ülke olarak Türkiye, yeni sömürge ve bağımlı ülkelerden daha büyük bir ekonomik güce sahip olduğu gibi -başta bölgesinde olmak üzere- dünya jeopolitiğine müdahale kapasitesi gelişmiş bir ülkedir. Oyun kurmaya kalkışan, kuramadığında da oyun bozabilen bir ülkedir. Ki oyun kurmasına; yakın zamanda Kafkasya'da güç dengelerini değiştirme potansiyeline sahip hamlelerini örnek verebiliriz. İsrail’le birlikte Azerbaycan’ı destekleyerek başlattığı Karabağ savaşı ve akabinde Azerbeycan’ın Karabağ (Artsakh) işgali, öyle basit bir hamle değildir. Bu, enerjide ve küresel ticaret yollarında alternatif oluşturma yönlü stratejik bir adımdır. Oyun bozan rolüne de Libya'daki varlığı, etki gücü örnek olarak verilebilir. Diğer yandan Türkiye; dünya pazarında hala oldukça geriden gelen konumu, içinde bulunduğu ekonomik kriz, emperyalist Batı ile bağımlılık ilişkilerinin derinliği vb. üzerinden bir geçiş ülkesidir ve bağımlılık ilişkilerini bir bütün olarak kopartabilmesi mümkün değildir.
Türkiye’nin son üç yıldır kimi hamlelerinde boşluğa düşmesi ve yaşadığı ekonomik kriz üzerinden TDH içinde, bırakalım onu bölgesel emperyalist bir güç olarak değerlendirmeyi; batmakta olan bir ülke pozisyonunda değerlendirenler çoğunluktadır. Bu analiz düzeyinin, oldukça problemli olduğunu düşünüyoruz. Diğer yandan alt-emperyalizm kategorisi, geçişliliği de içinde barındıran bir kategoridir. Bölgesel emperyalist bir güç olarak sabitlenip sabitlenemeyeceğini, krizinin derinleşmesiyle konum kaybı yaşayıp yaşamayacağını bilemeyiz. Ancak Türkiye, ekonomik yönden sıkışmışlığını jeostratejik önemi, emperyalistler arası güç ve hegemonya mücadelesinin ona açtığı fırsat kapılarını değerlendirerek dengelemeye çalışıyor. Emperyalistler arası kapışmanın, vekil güçler üzerinden savaşlarla sürdüğü bir coğrafyada, tehlike ve fırsatlar hep iç içedir. Türkiye, Ukrayna savaşından olduğu gibi Filistin direnişini bir üst düzeye çıkaran Gazze savaşından da alabildiğine yararlanarak, bölgede emperyal hayallerini gerçek kılmanın arayışı içerisinde. Ve bunun altı boş bir arayış olduğunu da kimse söyleyemez. Bugün yaşanmakta olan -deyim yerindeyse- “bölgesel rejim krizi” ve bölgeyi yangın yerine çeviren savaşlar; ona ekonomik darboğazını aşma imkanı sunduğu gibi aynı zamanda güç yükseltimi için de fırsatlar sunuyor. Türkiye’nin gücü ve güçsüzlüğü, iç içedir. Bu, bir ikilik değil gerçekliğin çelişkin doğasına uygundur. 3. Dünya Savaşı’nın ön gününde olduğumuz bir dönemde (veya yarın sonuç üzerinden baktığımızda, belki de 3. Dünya Savaşı’nın içinde olduğumuzu söyleyeceğiz), küresel hegemonya krizinin savaştan başka çözüm yolunun kalmadığı bir kesitte, özerk hareket edebilme kapasitesi artan bir ülkeden bahsediyoruz.
Türkiye gibi bir ülke için, ekonomik krizle (ve ayrıca siyasi, toplumsal, kültürel krizle) başa çıkmanın en gerçekçi yolu, dışa açılımdır. Sermaye birikim sürecini (sermayenin kendisini gerçekleştirme döngüsünü) yurtdışını da içine alarak gerçekleştirmektir. Yayılmacılığını tetikleyen etmenlerden biri de budur. Türkiye’nin bugün içinde bulunduğu organik krizi gerekçe göstererek onun alt-emperyalist konumunu tartışmalı bulanların kavramadığı da budur. Oysa bugün Türkiye’nin yaşadığı kriz, tekelci kapitalizmin, ekonomik, siyasi, askeri olarak dışarıda imkan yoklamalarına daha fazla ihtiyaç duyması anlamına gelir.
Alt emperyalist bir ülkeyi tanımlayacak bir özellik de onun dışa dönük ilişkisini belirleyen tahakküm arayışı ve tabiiyet ikiliğidir. Marini, Brezilya ile ABD’nin ilişkisini “antagonistik işbirliği” terimi ile ifade eder. Bu tanım Türkiye ile Batı emperyalizmi arasındaki ilişkiyi tanımlamak için de elverişli bir kavramlaştırmadır. Dünya ve bölge konjonktürü; Türkiye’nin başta ABD olmak üzere emperyalist Batı ile ilişkisini de belirlemektedir. Bu ilişki; çelişkili, uzlaşmaz ve ama işbirliğini de (bağımlılığı da) vazgeçilmez kılıyor. Türkiye’nin emperyal yayılmacılığının yanı sıra emperyalist merkezlerle kurmuş olduğu ilişki, bu yayılmacılığın ardı sıra tabiiyet ilişkisinin gerekleri doğrultusunda alınan pozisyon, bu ikiliğe işaret ediyor. Bugün özerk alanının genişlemiş olması ile birlikte tabiiyet ilişkisinde bir zayıflama beklemek gerekirken, Türkiye’nin yaşamakta olduğu ekonomik darboğaz, onu tersten etkiliyor. Diğer yandan bölgesel gelişmeler, 3. Dünya Savaşı’nın ön gününde olduğumuz bir dünyada, bu ilişki üzerinde -birbirini kesen veya karşıtlaşan- birçok değişkeni, tabloya dahil ediyor.
Sonuç yerine
Teorik-siyasal bir belirleme, sınıf mücadelesinde nasıl konumlanacağınızı belirler. Nesnel gerçeklik değil de ideolojik şablonlar temelinde yapılan belirlemeler ise sizin gerçeklik algınızdaki çarpılmaya işaret eder. Bunun hayat karşısında hükmü olmayacağı gibi kitlelere inandırıcı da gelmez. Biz, nesnelliği sınıf gözüyle okuyabilmeli ve nasıl mevzileneceğimize odaklanmalıyız. Tam da bu nedenle, düşman algısını oluşturacak bir kavramlar seti oluşturmamız, sınıfsal/siyasal varoluşumuzun bir gereğidir. Bunları, TDH’nin Türkiye’yi hala yarı sömürge, yeni sömürge, (hadi değişim az buçuk görülmüş olsun) mali-ekonomik sömürge, ABD’nin maşası/uşağı vb. biçiminde yaptığı değerlendirmelerin artık boşluğa düştüğünü vurgulamak için yazıyoruz. Antiemperyalist mücadelenin dinamikleri ve muhtevası değişmiş olmasına rağmen hala ezber cümlelerle hareket eden yapılar, antiemperyalizm adına anti Amerikancılıkla sınırlı ve bu nedenle ulusalcı bir mücadele hattına savrulabiliyor. Ya da gerçeklik ile paradigma uyumsuzluğunun bir sonucu olarak, siyasal tutum belirleyemiyor; emperyalizme ve antiemperyalist mücadeleye dair cümle kuramaz hale geliyor.
Oysa güçlü bir antikapitalist referansla yürütülecek bir antiemperyalist mücadele, günün yakıcı sorunudur. Öte yandan Türkiye somutluğunda antiemperyalist mücadele; sadece emperyalist kapitalist güçlere karşı mücadele olarak daraltılamaz. Bölgesel emperyalist karakteri nedeniyle Türkiye’ye karşı da yürütülmeli; onun bölgedeki işgal hamlelerine, yayılmacı çizgisine karşı bir mücadele stratejisi olarak da gelişmelidir. Bu, ittifak politikasından devrim stratejisine, bölgesel devrim dinamiklerinden sınıfsal mevzilenmeye, işgal ve yayılmacı politikaların hedefi olan bölge halkları ile (aynı düşmana vurmaktan gelen) mücadele birliğinden enternasyonal mücadeleye kadar birçok konunun yeniden ele alınmasını şart koşar.
Günümüz emperyalizmi üzerine hazırladığımız bu yazının meramı, genel bir çerçeve çizmek, sorun alanlarına işaret edip tartışma zemini oluşturacak ön düşünceleri koymaktır. Yazının birçok eksik parçası olsa da verimli bir tartışma için yeterli olacağı kanısındayız. Çalışmaya, tablodaki yedi yanlışı bulmaya ayarlı -ki mutlaka bulunur, çünkü vardır- bir tarzla değil, emperyalizm teorisinin güncellenmesine katkı yapacak, devrim programımızı geliştirmeye hizmet edecek bir eleştirel değerlendirme ile yaklaşılması umudu ve dileğiyle...
1 - https://komundergi12.com/gunumuz-emperyalizmi-uzerine-on-dusunceler-1-derya-dogan/
https://komundergi12.com/gunumuz-emperyalizmi-uzerine-on-dusunceler-2-derya-dogan/
https://komundergi12.com/gunumuz-emperyalizmi-uzerine-on-dusunceler-3-derya-dogan/
https://komundergi12.com/gunumuz-emperyalizmi-uzerine-on-dusunceler-4-derya-dogan/
2 - Ayunç Altay’ın hapishanede yazmış olduğu “Öncesiyle ve Sonrasıyla Kapitalizmin 2008 Krizi” kitabı, sermaye birikim süreçlerini, buna koşut gelişen (elbette hareketin yönü doğrultusunda veya ters yönde etkide bulunan tarihsel, siyasal, coğrafi, kültürel birçok etmenle birlikte) siyasal süreçleri analiz etmede ve günümüz emperyalizminin nirengi noktalarını kavramada güçlü bir arka plan oluşturmaktadır.
3 -İkinci dalga emperyalizm teorileri -özellikle Marksist Bağımlılık teorisi-, en azından yeni sömürge ve bağımlı ülkelerde yürüyen antiemperyalist ve ulusal kurtuluşçu hareketlere, gelişen devrimlere etkide bulunan, ezilen halkların mücadelelerinin önünü açan bir hat oluşturdu.
4 -Öte yandan Harvey’in, “mülksüzleştirme yoluyla birikim” tanımı, ilksel birikimin gerek koşulu olan mülksüzleştirme-proleterleştirme diyalektiğini içermemekle problemlidir. “İlksel birikim, üreticilerin üretim araçlarından kopartılması yoluyla sınıf ilişkilerinde yaşanan dönüşümü ifade eder. Bu, Marks,’ın sermeyeyi bir ilişki olarak tanımlamasından da çıkışını alan temel bir kriterdir. Böyle değerlendirilmediği koşullarda, özelleştirme ve mülksüzleştirme hamlelelerinin hepsi, hiç ayrımsız “mülksüzleştirme yoluyla birikim” olarak ifade edilir. Aslında burjuva sınıf kesimleri arası ilişki ve çelişkilerin ifadesi olan güç mücadelesi, sermaye birikimi ve tekelleşme eğilimi, bu şekilde tanımlandığında ilksel birikim tanımı flulaşır. Bu, aynı zamanda sınıfsal karşıtlık yerine, burjuva sınıf kesimleri arası çelişki ve güç ilişkilerine gözünü diken liberal reformist bir hatta savrulmaya da yol açar.” (Modern bir ilksel birikim hikayesi: İkizköy’ün zeytinleri - Derya Doğan, https://komundergi12.com/modern-bir-ilksel-birikim-hikayesi-ikizkoyun-zeytinleri-derya-dogan/ )
5 -David Harvey, Yeni Emperyalizm, Everest Yayınları, sf. 172-3
6 -Metin Özuğurlu'nun 2002 yılındaki tez çalışması: “İşçi sınıfının oluşumu üzerine bir çözümleme çerçevesi: Anadolu'da bir "küresel fabrikanın" doğuşu (Denizli örneği)" bu konuya dair erken dönem yapılan nitelikli çalışmalardan biridir. Çalışma dünyanın farklı coğrafyalarında neoliberalizmle birlikte gelişen 'küresel fabrika' oluşumunu konu almaktadır.
7 -Üretici güçlerin gelişimi, devrimci cephe için de birçok fırsat demektir. Kürdistan’da PKK’nin “bilim teknik çağının gerillacılığı” diye ifade ettiği savaş gücünü bu düzlemde değerlendirebiliriz. TC’nin SİHA’ları, KÖH’ün ise Şehit Delal Amed Hava Savunma Gücü var örneğin. Yine Filistin direniş örgütlerinin savaşma kapasitelerini yükselten askeri-teknik gelişimi, 7 Ekim hamlesi ve ABD’nin tüm imkanları ile desteklediği Siyonist İsrail’e karşı sergilediği Gazze direnişi de buna örnektir. Hakeza Yemen güçlerinin, yalın ayaklıların, örneğin 10 bin dolarlık insansız deniz altı ve üstü araçlarla, kamikaze dronlar, kıt kaynaklarla ürettikleri füzelerle uluslararası deniz yolunu rotasından saptıran hamlelerini de anabiliriz. Bu örnekler de devrimci güçler için esinleyici olmalıdır.
8 -Washington Uzlaşması, ABD, IMF, Dünya Bankası ve DTÖ tarafından, 1989 yılında, krizdeki Latin Amerika ülkelerine dayatılan neo-liberal ekonomi politikalarından oluşan anlaşmadır. Daha sonra, krizdeki gelişmekte olan tüm ülkeler için, kredi ve mali yardım karşılığında, şart koşulan neoliberal IMF ve Dünya Bankası programı haline gelmiştir.
9 -Marini, http://www.marini-escritos.unam.mx
10 -Alt-emperyalist ve değer transferinin (eşitsiz mübadele yoluyla) emeğin aşırı sömürüsüyle telafi edilmesi arasındaki diyalektik ilişki, zayıf halka tespitine de bağlanır. Bu çalışmada kısaca değinip geçtiğimiz bu konuyu, Türkiye’yi emperyalist zincirin zayıf halkası haline getiren dinamikler bağlamında ayrıca işleyeceğiz.
11 -Türkiye'nin Somali'de, 2017 yılından bu yana, en büyük denizaşırı (kara ve hava gücünden oluşan) askeri üssü bulunuyor. Şimdi buna, 8 Şubat 2024'te Somali ile imzaladığı savunma ve ekonomik işbirliği anlaşması da eklendi. Bu anlaşma gereği Türkiye, 10 yıl boyunca Somali’nin tüm deniz kıyı şeridinin güvenlik ve ekonomik süreçlerinden sorumlu olacak. Kızıldeniz’in jeopolitik önemi göz önünde bulundurulduğunda, bu hamlenin öyle basit bir hamle olmadığı anlaşılacaktır.
12 -Türkiye’de bugün şovenizmin yükselişine yol açan iki damar var: İlki bilindiktir, Kürt halkına ve ezilen ulusal azınlıklara düşmanlık temelinde yükselmektedir. İkincisi ise özellikle 2008 krizi sonrası oluşan fırsat kapısını da değerlendirerek bölgede edindiği konum, yeni Osmanlıcılık hayalleri doğrultusunda attığı adımlar ve bu temelde oluşturulan “büyük devlet” mitidir.
İnsanlık tarihi, insanlığın yürüdüğü yolun anlatısıyken bu anlatıyı tek şerit yolda şekillendiren, insanlık muhayyilesini tutsak eden düşünceler sistematiği ve kapitalist modernite bu dergide deşifre olacak.