Logo Eşitliğe Ve Özgürlüğe Yürüyüş... Eşitliğe Ve Özgürlüğe Yürüyüş...

Ölüm- Tecrit- Sonsuzluk

Varlığın nimetlerini, yeşili ve maviyi ruhu olmayan ayaklarının altında ezip zihni ağlarla örülü olanların karşısında, dört duvar arasında avuçlarıyla gökyüzüne dokunanların, göğsünde güneşi kucaklayanların, kendi şarkısını diğerinin kulaklarında duyanların, sonsuz hareket halindeki duruşuyla, baki olanın özgürlük olduğu kavranabilir.

Bir son, bitiş, silinme ya da öte diyarlara taşınma durumu değildir ölmek, canlı olmanın zıttı olmadığı gibi. Yaşamın, düz bir çizginin nihayeti olduğuda ifade etmez. Şayet bunlar zihnimizde ölüme denk gelen şeylere tekabül ediyorsa o zaman durup düşünmek gerekir; bizi yaşamın sonu olduğuna ikna eden neydi.

Milyarlarca insanın olduğu dünyada bizi birbirimize bağlayan şey yalnızca benzerliklerimiz değildir. Bu çokluk hali benzerliğin çokluğuyla bir araya gelmenin ötesinde içinde derin farklar barındıran milyarlarca zihni de ifade etmektedir. Tüm bu zihinlere tek tek yaşamın anlamını ve bir sonu olup olmadığını sorduğumuzda bu farkı somutlaştırabiliriz. Elbette ki benzer cevapların açığa çıkacağı gerçeğini gözardı edemeyiz. Ancak bu benzerliklerin ardındaki deneyimlerin farkını da deneyimleyenlerin kendi gerçekliğine olan farkındalığını da hesaba katmamız gerekir.

Toplumsal anlamda bilgi üretimimizi ya da asırlar süren zihinsel aktarımımızı merkeze aldığımız, ya da merkeze almamızı istedikleri biçimlerin etrafında üretiriz. Canlı olmanın onca formu varken bugun kendi dışındaki hiçbir varlığı canlılıkla özdeşleştirmeyen ve bunu bilince çıkarmayan bir insanlık gerçeğiyle karşı karşıyayız. Sadece gözleriyle tanık olduğu, kulaklarıyla duyduğu, elleriyle hissettiğini, gerçekliğin ta kendisi sanma hali bilginin, yaşamın, zamanın ve mekânın tam ortasına insanın kendisini yerleştirmesiyle ilişkilidir. Bu doğrultuda kendi yanılgılarla çevrili başlangıç ve bitiş düz çizgisini yaşamında hakikati kabul edecek, kendi fiziki ölümünü evrenin sonu zannedecektir.

Çünkü bu çizgiler düzleminde yaşamak, sadece insan ciğerlerinin küçülüp genişlediği, kanın damarlarda gezdiği, kalbin attığı müddetçe yaşamak anlamına gelir. Dönüşmekten, değişmekten ve yaşamın akışındaki canlılıktan bir haber, evreni sadece küçük gözlerinin menzilinden ibaret sanan her insan, toprağa bırakılan bedenini bir ağacın köklerinde tezahür etmeyip ‘işte benimle nefes alan evrende benimle burada son buldu’ diyecek. Bu fikir yaşama en acımasız sınırları koymanın temeli olmakla beraber onu küçümseyen her taşın altına girmeyi, itilmeyi de gerektirecek. Bu insanın en korkak halini de meşru kılar. Çünkü korkan insan siner, kapanır, itaat eder. Bir anda gelmez bu başımıza asırlarca süren bir yolculuktur. İnsanın korkmasını, sinmesini ve insan olamaktan uzaklaşmasını isteyenlerin, yaşamın hakikatine perde çekenlerin insanlık onurunu hiç ettikleri yolun yolculuğudur.

Dünyada bir zamanda ve mekânda, devasa bir kentte yürürken asfaltların bize hissettirdiği de budur. Korkacaksın, tedirgin olacaksın, sineceksin ve sadece benim gölgemde koşacaksın. Bir zamanlar dokunduğun ağaçlara ulaşamayacak, dilini unutacak benim istediğim yerde oturacak, üretmeden yiyecek, durmadan bütün bunları sürdürmek için üreyeceksin ve buna pamuk ipliği düz bir çizgide yaşamak diyeceksin. Bununla kalmayıp tüm bildiklerini benim için aktaracak ve çarpık yaşamın sürekliliğini benim prangalarımla sağlayacaksın. Fiziksel ölümünde sona ereceksin ama ben ölmeyeyim diye kafanın üstünde koşarak çalışmaya devam edeceksin.

Bir fanusta sıkıştıysak elbette bunun hakikatin kendi olduğuna inanmamız mümkündür. Yine de milyarlarca farklı zihnin tarih boyunca ortaya koyduğu bu fanusların ne kadar kırılgan olduğudur. Asıl mesele burada dünyayı kulaklarıyla görenlerin, gözleriyle duyanların, yaşamın ve akışın hissini yüreğinde ve zihninde fark edenlerin izini sürmektir.

Peki biz yaşamın son bulduğunu düşünmüyor ve ölmeyi de aynı şekilde yaşamın sonu olarak ele almıyorsak nedir ölmek? Merkeze biçimiyle insanı almadığımız ve insanın teklikle var olmadığını bildiğimiz bir tezahürde, ölmek de bedenin ölümü anlamına gelmiyor, çünkü var olma, canlı olma hali de salt bedenin varlığı ile ilişkili olmuyor. İnsan olmanın insalık bütününün parçası olarak kendini görmenin koşulu en saf haliyle varlığın toplumsallıkla ilişkisini kurabilmekten geçiyor. Doğduğu anda acizliklerle bezeli bir varlık, onun yaşamdaki ilk toplumsal öncüsü olan annesiyle veya kendi dışında diğer bir kişiyle yaşama tutunabiliyor, konuşabiliyor, iki ayak üstünde yürümeyi öğreniyor ve en önemlisi insan olmanın temeli olan yaşam farkındalığını ötekini görerek ve deneyimleyerek kazanıyor. İlk olarak deneyimi kendinden fazla olan öncüsünün gözlerinden görse de kendi gözleri olduğunu, bakışı ve duruşu olduğunu bilince çıkarıyor. Öğreniyor, işliyor, tasarlıyor, üretiyor, kendi öncüsünü aşıp öncüleşiyor ve en nihayetinde insanlaşıyor. Tek boyutlu, toplumdan ve çevreden, doğan varlığa yaşam akmıyor, doğan varlık, insanın bu doğal yaşamını da insanlaşma sürecinde deneyimiyle pratiği ve düşüncesiyle dönüştürüyor. O halde insanı insan kılan süreç yalnızca doğmuş olmanın ötesinde koşulları içeriyor. İnsanın var olduğu an, fiziken dünyaya gelişi tamamlanmıyor, süreçsel bir yolculuğu, öğrenmeyi ve ifade etmeyi, ötekinde var olabilmeyi ve ötekinde kendini var etmeyi en temelde toplumsallaşmayı ifade ediyor.

İnsan olmanın koşulu toplumsallaşmak ve ötekilerin kapsamında ve kapsanmasıyla var olabilmek ise yaşam da tam olarak insanı aşan ve tüm canlılığı içeren bu akışın temelini oluşturuyor. En nihayetinde doğadan kopuk bir insanlaşma süreci düşünülemez. Doğa tarafından dönüştürülen, doğayı dönüştüren toplumsallaşma halinde insan olmak mümkün olabiliyor. Merkeze yalnızca insanı koyup anlam dünyasını dar kurmak bize yasamın sonluluğu fikrinin dayatsa dahi, merkeze yaşamın hakikatini koyup akışta ve değişimde insanlaşmayı ele almak, sonsuzluğun kapılarını açıyor.

Elbette yaşamı çarpık haliyle bireyselik çerçevesinde insanda sıkıştırmak tek odağı güç ve iktidar olan ve hegemonyasını korku bağlamında sömürü üstünden geliştiren tekçi yapıların ağzını sulandırıyor. Çünkü bu tekçi iktidar yapısı kendini var etmenin tek koşulunun ötekini yok etmek ve insanların ötekinin gözünde insanlaşmasını engellemek olduğunu biliyor ve bunun daimî uygulayıcısı oluyor. Toplumsal bilince ulaşmış insanın korku ile yönetilemeyeceğini ve ona yenileceğini bildiğinden herkesi kendi kazanında yakıp kavuruyor, yüreği toplumu için atan herkesi kıyımdan geçirip kendini var ediyor. Bunu bireyselleştirerek, insanın ötekiye duyarlılığını körelterek, yasamı zihinlerde sonlu hale getirerek, toplumları, halkları, duygu sahibi olan tüm varlıkları rıza ve zor fanusuna alarak yapıyor.

Var olmayı toplumsallıkta ele alıyorsak bunun dinamiklerini de gözetmek gerekir. Toplumsallaşmak ilk elden dille mümkün oluyor, duyguyla, kültürle, sanatla, pratikle meydana geliyor ve burada yaşam anlamını buluyor. Buradan hareketle ölmek ve öldürmek bireyselleştirmekle, dili, kültürü, duyguyu, sanatı, pratiği kıyımdan geçirmek demek oluyor. Devletler, sermaye güçleri, yaşama saldıran ve gölgeler ardına alan her tekçi güç insanın insanlaşma yolu olan toplumsallaşma saldırısını bu kanallar üzerinden yürütüp iktidarını garantiye alıyor. Toplumundan kopan her insan korkuya teslim olup muğlaklığın içinde kimliksizleşiyor ve sömürüye yok edilmeye müsait hale geliyor. Buradan hareketle dünyada toplumsallığını korumaya çalışan ve saldırı altında olan her halk gibi, kürt halkı da varlık mücadelesini yok ettirilmeye yüz tutan kültürünü, dilini, sanatını, bütün dünyaya haykırarak yapıyor.

Toplumları zapturapt altına almanın ilk adımı, kadınlarla öncülüğü, gençlikle geleceği çalmanın ekseninde meydana geliyor. Jin jiyan azadi çizgisinin yan yana birbirine dokunmayan üç blok gibi algılanması büyük yanılgıdır. Özgürlüğe ve özgünlüğe saldıran her yapı ilk elden kadınları köleleştirmesi gerektiğinin farkındadır ve bunu kültürüyle, yaşamıyla kadını erkek zihniyetin aracı haline getirerek sağlayacağını bilir. Oysa ki azadi jiyanı, azadi ve jiyan, jini kapsamakta olduğunu ve toplumun merkezinde azadiyi var edenin jin olduğu hakikatini her zaman ve mekanda hatırlayarak mücadele hattı oluşturuluyor. Kürdün bu insanlık mücadelesi türk devletini temelden sarsıyor, bireyselleşmeyi sonuna kadar dayatsa da toplumu bir bütün kıramıyor. Kırmak için önderliğe, kadınlara, gençlere, toplumun her kesimine saldırı yol ve yöntemlerini, baskı alanlarını genişletiyor.

 “Var olmak istiyorsan yok et” gayesini kuşanmış olanların bu yaşamın bizzat kendisine tahammülü olmayan saldırıları bugün gün yüzüne tecrit olarak çıkıyor.

Zikreder gibi her an haykırdığımız tecrit edilme hali bağlamı doğru kavranmadığında zihnimizde yalnızca beton dört duvarı imgeliyor. Ancak gerçek bir ölümü pratiğe geçirmenin yolu olarak Tecrit; sokakta olmanın uygunluğu için saati gözleyen, yaşamın yıllarını borçluluğa zimmetleyen, barınamayan, aç kalan, çürüyen, dar bir mekânda yalnızca kafatasının çapı kadar düşünebilen canlıyı imgelemelidir. Bütün bu örnekler çoğaltılabilir. Tüm imgeleri ile insanlığı boğma hali gözler önüne serilebilir. Nihayetinde yok etmek isteyenin aparatı, yolu, yöntemi, manipülasyonu ve ihaneti çoktur.

Sahi çok mudur? Yoksa bu çokluk sanrısı da bir tecrit yolu mudur?

İşte burada soru işaretleri doğru noktalarla buluştuğunda sonsuzlaşmanın kapıları ardına kadar açılır.

Kof bir hayalperestliğin anlatımı olmayacaktır elbet bu noktalar. Ancak şunu biliyoruz ve bilmeliyiz ki çok diye ifade edilecek tek şey, var olanın haklı mücadelesinde gizlidir ve asıl ölümsüz olma hali burada gerçekleşir. Uzun erimli bir sindirme düzeninin karşısına koyabileceğimiz en dik duruş bize dayatılan bu intiharı reddetmektir.

Reddetmenin birçok durağı olsa da başlangıcı rahatsız olma, tiksinme hali ile ilişkilidir. Bataklığa saplanmış bir insanın tiksinmesi bir iğrençliği kavrayabilmesi için ya bu durumu önceden bilmesi ya da mevcut durumda tanık olması gerekir. Bilmiyor olma hali tanık olma seçeneğine itiyorsa buradaki en önemli koşulu bilmek gerekir. Tanıklık hali anlamı gereği, teklik, yalnızlık durumlarını dıştalar. Bizde rahatsızlık yaratan, tiksinme hali uyandıran her durum tanıklık çemberinde oluşuyorsa, çokluk bağlamında ötekinin varlığını elbette gerektirir.

Nihayetinde Ölmeyi, tecrit edilmeyi toplumsal düzlemde ele alıyorsak sonsuzlaşmayı; kendinden doğru her yola çıkışta ötekinin varlığına ulaşmak olarak niteleyebiliriz.

Sindirilmeye direnen her canlı korku çığırtkanlığına karşı güven tanımını içselleştirmelidir. Kaba tabirle tecrit bir toplumun bağlarını zayıflatmanın ince ince işlenmesi ise; güven duyma hali, bu bağları kopmayacak şekilde birbirine düğümlemektir.

Karşımızdaki her olay ve olgunun daimî olarak yaşamaya olanak sağladığı muğlaktır. Ancak Asıl olarak üretme ve tezahür gücüne güveni tam olan insanın onurlu bir yaşamın mücadelesinde olacağı gerçekliktir. Şehirlerde caddelerde yürüdüğümüz sokaklar yanlış yollara çıkabilir esas olan ayaklarımızı tanımak ve onlara güvenmektir.

Üretme gücünün kendisine güvenmek en nihayetinde bir intihara teslim olma halinin dışında yaşamı tercih etmektir. En derin bataklıklarda dahi farkındalıkla gördüğümüz her “öteki” düşüncelerimize ve eylemlerimize, gök yüzüne dokunabilenlerin özgürlüğünü işleyecektir…

Hakkımızda

İnsanlık tarihi, insanlığın yürüdüğü yolun anlatısıyken bu anlatıyı tek şerit yolda şekillendiren, insanlık muhayyilesini tutsak eden düşünceler sistematiği ve kapitalist modernite bu dergide deşifre olacak.

Bize ulaşın
Bizi takip edin
@menkibe0