HTŞ'nin 27 Kasım’da Halep'e yönelik başlattığı saldırılardan sonra PKK lideri Abdullah Öcalan'ın 3. Dünya Savaşı olarak tanımladığı ve bir süredir görece durgun ilerleyen kapitalist modernitenin mevcut krizi yeni bir aşamaya taşınmış oldu. Halklar açısından da önemli tarih anlarını ifade eden bu kriz dönemleri halkların demokratik kazanımlar elde etmesi açısından birer fırsat. Suriye'de 27 Kasım'dan bu yana yaşananları halklar açısından değerlendirmek yaşanan krizin nasıl bir fırsat anına dönüşebileceğine dair bize önemli ipuçları sunuyor. Tüm bu süreci daha iyi anlayabilmek için ise PKK lideri Abdullah Öcalan’ın savunmalarında ifade ettiği 3.Dünya Savaşı tanımlamalarına bakmak ve oraya eğilmek faydalı olacaktır.
Yazının ilk bölümünde Öcalan'ın 3.Dünya Savaşı perspektifi ele alınırken ikinci bölümde bu perspektif ışığında 27 Kasım'dan bu yana yaşanan güncel gelişmeler ve Kuzey Doğu Suriye'nin politik pozisyonu Suriye Kürtlerinin siyasi faaliyetleri ışığında ele alınacaktır. Her ne kadar mevcudun analizi geleceğe dair görüşler sunsa da bu yazıda savaşın gelecek aşamalarına dair tahminler değil yaşanan gelişmelere dair yorumlar ön planda olacaktır.
A.) Öcalan'ın 3.Dünya Savaşı Perspektifi
PKK lideri Abdullah Öcalan'ın 3.Dünya Savaşı tanımlamasında ön plana çıkan vurgular 3.Dünya Savaşı'nın diğer iki dünya savaşıyla olan farklılıklarına dair yorumlardır. Öcalan Üçüncü Dünya Savaşı'nın mekân, zaman ve aktörler boyutunda diğer iki dünya savaşından daha farklı karakterlere sahip olduğunu ifade eder.
Zaman - Mekan - Aktörler
Öcalan zaman boyutunda 3. Dünya Savaşı için diğer iki dünya savaşı gibi bir kesinlik işaretiyle tek bir başlangıç çizilemeyeceğini ifade eder. Zaman çizelgesi bağlamında bir başlangıca işaret edilebilse de (ki Öcalan bunu Birinci Körfez Savaşı olarak olarak ele alır) kesin bir zaman aralığına sıkıştırılamamasının nedenini savaşın yoğunluğunun dalgalı ve değişken olmasına bağlar. Bu savaşın her zaman eşit seviyede ilerlemeyeceğini, dönem dönem artıp dönem dönem azalacağını ifade eder. Eşit yoğunlukta bir süreç olmayacaktır bu savaş. Bu farklı yoğunluklar ve sönümlenme (bitiş değil) dönemleri bu savaşı kesin bir 4-5 yıla sıkıştırarak tanımlamaya izin vermemektedir (Öcalan, 2010). Farklı cephelerde aynı anda gerçekleşen ve biten savaşların toplamı olmasından ziyade farklı zaman dilimlerinde gerçekleşen savaşların bir aradalığıdır. Bu zaman çizelgesinde bir döngüselliği ifade etmektedir. Düz çizgisel ilerlemeci bir anlayışla şekillenecek bir savaş olmayacaktır. Bu Öcalan’ın toplumsal tarih anlatısındaki döngüselliğin bir yansıması olarak ele alınabilir. (Özyıldız,2020)
Öcalan savaşın gerçekleştiği mekânsal olarak tüm dünya savaşlarında olduğu gibi farklı cephelerde ve ülkelerde nüksetmesine rağmen merkezinin her zaman Ortadoğu olduğunu ifade eder. 3. Dünya Savaşı'nın merkezini Ortadoğu olarak ifade etmesinin nedeni onun toplumsal tarih perspektifinden doğan evrensel tarih anlayışında kaynaklanır. Öcalan evrensel tarih anlayışı olarak kuramsallaştırdığı toplumsal tarih anlatısında uygarlığın çözümlenmesinin merkezine Uruk Şehir Devletlerini alarak başlar. Toplumsal tarih anlatısının temeline Ortadoğu uygarlıklarını alarak çözümlemesine başlayan Öcalan bu anlatısını günümüze kadar ilerletir ve uygarlığın toplumla ilk diyalektik çelişkilerini yaşadığı Ortadoğu’nun bu çelişkilerin çıkış yeri olarak halen güncelliğini koruduğunu söyler. Üçüncü Dünya Savaşı’nı da finans kapitalin sermayenin kolay dolaşımı için yaşadığı krizin bir sonucu olduğunu ifade eden Öcalan bugün bu çelişkinin de merkezinde de hem ulus devletlerin en ilkel formalarına hem de İsrail’e ev sahipliği yapan Ortadoğu olduğunu ifade eder.
Aktörler boyutunda diğer iki savaştan farkını da bu savaşta ulus devletlerin ve devlet birliklerinin direkt karşı karşıya gelmek yerine vekil ve vekalet üzerinden savaşacağını ifade eden Öcalan aktörler boyutundaki bu değişimin de üçüncü dünya savaşının anlamlandırılması açısından önemli olduğunun altını çizer. Nitekim Öcalan'ın bu bakışı onun mekân konusunda yaptığı tanımlama ile de tutarlıdır. Savaşın mekânsal olarak Ortadoğu'da yaşanacağını işaret etmekle birlikte savaşın mekân olarak asıl savaşan güçlerin topraklarında değil bu vekaletlerin devşirildiği topraklarda yaşanacağını ifade eder. Savaşın aktörler üzerinden ilerlemesinin hegemonik güçler açısından artıları vardır. Hegemonik güçler artık direkt karşı karşıya gelmeyecektir. Öcalan’ın altını çizdiği tüm bu değişim karakterleri yazının ilerleyen boyutlarında sahadaki somut durum işaret edilerek ele alınacak ve örneklendirilecektir.
Finans Kapitalin Getirdiği Küreselleşme ile uyumsuz Ulus-Devletler
Üçüncü Dünya Savaşı’nın çıkış nedeni olarak da ulus devletlerin artık finans kapital çağında ulus üstü sermayenin rahat dolaşımı önünde bir engel olmasını işaret eder (Öcalan, 2010). Nasıl ki kapitalizmin ilk aşaması olan ticaret kapitalizmi sömürgeleştirmeyi ve ikinci aşaması olan sanayi kapitalizmi emperyalizmi getirmişse bu ikisinin ardından üçüncü olarak ortaya çıkan finans kapital de küreselciliği getirmiştir. Bu küreselciliğin ve rahat dolaşımın önündeki en büyük engel de sınırları dar ve iç pazara odaklanmış ulus devletler ve onun bürokrasisidir. Sermayenin rahat dolaşımı ve ulus üstü küresel amaçların gerçekleştirilebilmesi için bu dar yapının ya ortadan kaldırılması ya da esnetilebileceği kadar esnetilmesi gerekmektedir. Öcalan kapitalist modernitenin yeni formu finans kapitalin ulus devletlerden kurtulma isteğini anlatırken tarihsel iki figür üzerinden ulus devletlerin ideolojik ömrünün başlangıç ve bitişine işaret eder. Ulus devletlerin başlangıcında ve yaratımında Fransız Kral XIV. Louis'in idamını, ulus devletlerin bitimini ise Saddam'ın idamı ile eşleştirir. Saddam'ın idamı ile ulus-devletten vazgeçişin bağlantısını kurar ve Ortadoğu'ya yapılan müdahaleleri bu temelde açıklar.
Hedeflenen Ortadoğu'da İsrail'in Güvenliğinin Sağlanması
Dünya savaşlarının ortak özelliklerini de vurgulayan Öcalan Ortadoğu üzerinde de bu ortaklıkları bir amaç etrafında formülize etmiştir. Ortadoğu’yu okurken İsrail’in rolüne ve konumuna atıfta bulunan Öcalan dünya savaşlarının İsrail’in Ortadoğu’da konumlanması ve yaratılması için oynadığı rolü de ifade eder. Birinci Dünya Savaşı Ortadoğu’da bir İsrail devletinin kurulmasına zemin hazırlayacak ulus devletleri doğurmuştur. Ulus devletler yaratılarak Ortadoğu halkları parçalanmış ve güçsüzleştirilmiştir. Araplar 22 devlete bölünürken Türkler, Suriye ve Irak Arapları ve Farslar ise Kürtlerin köleleştirilmesi temelinde bir çatışmanın içine sokulmuşlardır. Birinci Dünya Savaşı sonrası ortaya çıkan bu güçsüz Ortadoğu denklemi İsrail’in kurulması için uygun bir zemindir. Nitekim Öcalan İsrail merkezli bu tarih okumasında Türkiye Cumhuriyeti’nin rolünün de bir proto-İsrail oluşumuna benzetir ve böyle ele alır. Nitekim bu ele alış erken cumhuriyet döneminde Kürt-Türk kardeşliğinin neden ıskalandığına ve Mustafa Kemal’in neden 1921 Anayasası’ndan döndüğüne ilişkin çözümlemelerine de yansır. Bu anlamıyla Türkiye Cumhuriyeti’ne biçilen proto-İsrail hazırlığının altını önemle çizer. Türkiye'ye biçilen rol ulus-devlet modelinin ideolojik taşıyıcılığını ve temsilciliğini yapmaktır, der. İkinci Dünya Savaşı’nın paralel konumdaki rolünü de İsrail’in ikinci dünya savaşı sonrası Yahudi katliamının uluslararası arenada yarattığı etki ile meşruluk devşirerek zemin bulması ile açıklar. Bu savaştan sonra Yahudiler için yaşanılacak bir yurt tartışması kalmaz, der. Yahudiler için Tevrat'ta kutsal toprak ilan edilen yerlere dönüş için bir neden ve meşru bir anlatı yaratılmıştır artık.
Üçüncü Dünya Savaşı’nı nedenlerini açıklarken finans kapitalin yeni gerekliliklerine vurgu yaptığı kadar bu finans kapitalin yaratımı olan İsrail’in güvenliğinin sağlanmasını da ekler. Kurulan İsrail devletinin güvenliğinin sağlanması için üçüncü dünya savaşında İsrail'e karşı güvensizlik yaratan ülke ve oluşumların güncelde birer birer nasıl etkisizleştirildiğini görmek bu çözümlemeyi doğrular niteliktedir. Dünya savaşları ve İsrail denklemi ele alındığında İsrail’in salt bir ülke veya Yahudi yerleşimi olarak ele alınmaması ve basitliğe düşülmemesi gerekir. Burada işaret edilen kapitalist modernitenin Ortadoğu’daki varlığı ve temsiliyetidir. İsrail'in kontrolünde kapitalist modernite için güvenli kılınmış bir Ortadoğu, enerji koridorlarının geçişine ev sahipliği yaparken bu enerji koridoru için yapılan yatırımlar da güvenceye alınmış olacak ve endüstriyalizmin devamlılığının sağlanması için gerekli enerji akışı sağlanacaktır. İsrail'in konumu burada salt bir devletin yaratılması veya bir ulusa devlet bahşedilmesi değildir. Kapitalist modernite için ifade ettiği anlamlar sistemin sürdürülebilirliği için ona biçilen "jandarma" roldedir.
3.Dünya Savaşı'na Adım Adım Giderken; 1947-68-91, 2001 ....
İsrail'in ve yeni küresel sermayenin serbest dolaşımının güvenliğinin yaratılması için 3.Dünya Savaşı'nın belirli duraklarda hazırlıklarının ve savaşın nasıl adım adım ilerlediğini görmek mümkündür. 1947 Arap Savaşı ile başta Mısır olmak üzere Arap devletleri İsrail için birer tehdit olmaktan çıkarılmıştır. 1947'deki savaşın ardından Mısır ile birlikte Arap milliyetçiliğin bir diğer önemli temsilciliğini yapan Suriye 1968 yılında yaşanan Altı Gün Savaşları ile güvenli bir mesafeye çekilmiştir. Golan Tepeleri'nin işgali ile İsrail ile Suriye arasında tampon bir bölge yaratılmıştır. 1991-2001 Körfez Savaşları ve Irak İşgali ile de Irak'ın ehlîleştirilmesiyle Körfez güvenlileştirilmiştir. İkiz Kuleler'e El-Kaide tarafından yapılan saldırının ardından Afganistan'ın işgali ve devamında Arap Baharı da bu dünya savaşının birer adımı olarak ele alınabilir. DAİŞ'in ortaya çıkarılması ile hedeflenen ama başarıya ulaşamayan süreç ve bugün 7 Ekim Hamas saldırısının ardından başlayan süreçte yaşananlar da bu güvenli kılmaya yönelik müdahalelere zemin hazırlayan adımlardı. İsrail'in başat düşmanlığını yapan İran'ın da bugün İsrail karşısında oluşturduğu Direniş Ekseni 7 Ekim Hamas saldırısı sonrası büyük darbe almıştır. Bu eksenin Filistin'deki kolu Hamas ve Lübnan'daki parçası Hizbullah İsrail'in Güney Lübnan'ı işgali ve suikastlerle büyük darbe almıştır. Son olarak Baas Rejimi'nin 8 Aralık 2024'te devrilmesiyle daha öncesinde güvenli mesafeye itilen İsrail için önemli bir tehdit daha yok edilmiştir. İsrail'in 8 Aralık'ta Baas Rejimi'nin düşüşüyle Golan Tepeleri'ne dair anlaşmaların geçersiz olduğunu ilan etmesi ve Golan Tepeleri'ndeki varlığını genişletmeye devam etmesi Öcalan'ın 3.Dünya Savaşı'nda önemli bir yer tutan İsrail'in şahsında kapitalist modernitenin güvenliğinin sağlanması amacı tespitindeki haklılığını bir kez daha ortaya koymuştur.
15 Şubat Uluslararası Komplosu; 3.Dünya Savaşı'nda Demokratik Modernite Güçlerini Tasfiye Girişimi
Öcalan kendisine yönelik 9 Ekim 1998-15 Şubat 1999 arasında geliştirilen komplo sürecini de 3.Dünya Savaşı içerisinde anlamlı bir çerçeveye oturtur. Hem Yunanistan'da yargılandığı mahkemeye sunduğu Atina Savunması'nda (Özgür İnsan Savunması) hem de Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'ne sunduğu savunmalarında kapitalist modernitenin kendini yeniden var etmeye çalıştığı süreci tarif eden 3. Dünya Savaşı'nda önemli bir aşamayı ifade edecek 2001 Irak müdahalesi öncesi Ortadoğu'da PKK'nin bitirilmeye çalışıldığını ve hedeflenen bu amaca ulaşmak için de kendisinin uluslararası bir komployla esir alındığını belirtir. PKK'nin dönem itibari ile hem SSCB'den sonra dünya ezilenleri için sosyalizm umudu olarak yeşermesini engellemek hem de Irak'taki müdahaleden sonra oluşacak boşluklardan faydalanmasının önünün kesilmesi için komplonun tasarlandığını ifade eder. Bunun için de kendisinin PKK'den uzaklaştırılması yoluyla bu hedefe ulaşmanın düşünüldüğünü anlatır. Burada vurgu PKK'nin güçlenerek bir umut kaynağı haline gelmesinin engellenmesi çabasındadır. Kapitalist modernitenin korkusu oluşan ideolojik boşluğun doldurulmasıdır. Nitekim ulus-devletten vazgeçişin ifadesi olarak Saddam'ın idamından sonra iyice belirginleşen ideolojik boşluğun reel sosyalizmle yüzleşmiş ve yeni bir paradigmaya doğru adım adım ilerleyen bir PKK ve Öcalan tarafından doldurulmasının kapitalist modernitenin tüm planlarını bozabilecek bir potansiyel taşıdığı görülmüştür.
Öcalan'ın 15 Şubat Uluslararası Komplosu'na dair bu çözümlemesi onun tarih anlatısından izler taşır. Öcalan tarihi tanımlarken ve tarih anlatısı kurarken tarihin salt egemenler tarafından oluşturulmadığını ifade eder. Tarih bir nehirdir ve iki kolu vardır bir kapitalist modernite güçlerinin ise diğeri de demokratik modernite güçlerinin nehridir, der. (Özyıldız, 2020) Ezilenleri ve demokratik modernite güçlerini tarih yazımında özneleştiren bu bakış Üçüncü Dünya Savaşı'nın aktörü olarak sadece devletleri görmez. Demokratik modernite güçlerinin örgütlü mücadelelerini de bu savaşta bir aktör olarak tanımlar. Bu aktörler arasında en güçlü olan ve Ortadoğu'da geniş bir siyasi ve askeri kapasiteye sahip PKK'yi de bu denklemde konumlandırır ve komplonun hedefini de demokratik modernite güçlerinin Üçüncü Dünya Savaşı'ndan tasfiye edilme girişimi olarak okur. Nitekim Üçüncü Dünya Savaşı'nın aktörlerini tanımlarken de devlet dışı oluşumları ve vekil örgütleri de işaret ettiğini belirtmiştik.
Kendi yarattığı ulus devlet formundan kurtulmak için formüller arayan kapitalist modernite bu ulus devletlerle ne yapacağını bilemez bir halde bazılarını Arap Baharı gibi sonlarla kendisiyle uyumlu çalışabilecek yöneticilere teslim ederek denetimine almış bazılarını ise esneterek ve dönüştürerek yeni formunun tekeline almaya çalışmıştır. Her ne kadar ulus devlet artık kapitalist modernite için bir bağ olsa da onun yerine ne koyacağını da bilememektedir, bugün yaşanan kriz de budur. Ulus devlet bilinçli olarak yıkılmamakta restore edilmeye çalışmakta ama dikiş tutmaktadır.
Bu belirsizliğin olduğu dönem ise aslında bir belirsizlik, kriz ve kaos aralığını ifade eder. Eski tüketilmiş ama yeni doğmamıştır. İnsanlığın şafağı olabilecek bu yeni dönemde halkların rol oynayabileceği birçok fırsat bulunmaktadır.
15 Şubat Komplosuna Öcalan'ın Yanıtı: Demokratik Modernite Paradigması
Tam da bu sıkışmada Öcalan kendisini ve dünya sosyalizm umudunu hedef alan komplonun tasarlayıcısı kapitalist moderniteden intikam alırcasına bu tıkanıklığa İmralı Adası'ndaki üretimi olan demokratik modernite paradigması ile cevap olmuştur. Bu direnişi ile kapitalist modernitenin komploya dair planlarını ve onun esaretinden duyduğu umudu boşa düşürürcesine ideolojik boşlukta yankılanan etkili bir ses çıkarmıştır. Öcalan'ın demokratik modernite paradigmasının kapitalist modernitenin ideolojik boşluğunda yankılanan sesleri 2011 yılına gelindiğinde Suriye İç Savaşı'nın başlamasının ardından Rojava'da somut bir forma kavuşmaya başlamıştır. Yıllar içerisinde önemli sınavlardan geçen Rojava Kadın Devrimi'nin bugün gelinen noktada ulaştığı düzey 3.Dünya Savaşı'nın kaderini belirleyecek seviyeye gelmiştir.
B.) 3.Dünya Savaşı'nın Yeni Aşaması: Baas Rejimi'nin Düşüşü
27 Kasım 2024'te 11 yıllık Suriye İç Savaşı yeni bir aşamaya taşındı. İdlib merkezli olarak faaliyet gösteren Heyet Tahrir el-Şam (HTŞ) (Şam Özgürleştirme Güçleri) Halep'e saldırı başlatarak Suriye İç Savaşı'nda rejim muhalifleri için önemli bir yer tutan bu kenti tekrar kontrol etmek için harekete geçti. 2020 yılından bu yana İran-Rusya ve Türkiye'nin üçlü bir zirve olarak batının düzenlediği Cenevre Sürecine karşı tasarladığı Astana Zirvesi'nden çıkan antlaşma ile o tarihten bu yana İdlib merkezli olarak faaliyet gösteren HTŞ ve diğer cihadçı silahlı güçler Türkiye'den aldıkları askeri eğitim, lojistik ve mühimmat desteği ile bu operasyona hazırlandılar. Bir süredir İdlib merkezli olarak sivil bir hükümet de ilan etmiş olan HTŞ burada nüfuzunu ve varlığını arttırarak iyice güçlendi. Sivil bir görüntü vermeye çalışsa da HTŞ'nin El-kaide ile olan bağlantısı ve cihadçı ideolojisi ona taraftar toplamaya devam etti.
27 Kasım'da Halep'e yönelik operasyon HTŞ'nin Halep'i kontrol etmesi ile son buldu. Bu süreçte rejim güçleri tarafından bir direnişle karşılaşmayan HTŞ Halep'in Kürt iki mahallesi dışında tüm Halep'i kontrol altına aldı. Buradan yönünü Şam'a çevirip çevirmeyeceği ise bir merak konusu iken İngiltere ile birlikte HTŞ'nin sponsorluğunu ve üst aklını oluşturan Türkiye Cumhurbaşkanı Erdoğan bir cuma namazı sonrası fetih edası ile "Şam'a kadar yürüyüş sürer umarım" derken artık yeni hedef belliydi.
Halep'te yürüyüşünü durdurmayan HTŞ önce Hama ardından da M4 karayolu üzerindeki diğer kentleri kontrol ede ede ilerledi. Şam'a ulaşması sadece fiziki mesafe sorunu idi. Girdiği kentlerde bir direnişle karşılaşmayan HTŞ bu aşamada katliam ve intikama da yönelmeyerek kendisine düşman yaratmadan ilerledi. Yıllardır altında olduğu askeri ambargolardan dolayı teknik ve donanım açısından güçsüz duruma düşmüş olan Esad rejimi ordusunun hem direnme gücü yoktu hem de isteği. HTŞ'nin kaçan askerlerin peşine düşmediğini gören Esad rejimi askerleri üniforma ve silahlarını bırakarak şehirleri HTŞ'ye teslim etti.
Yürü Ya Vekilim
HTŞ Şam'a girdiğinde ona direnemeyen sadece Esad'ın silahlı güçleri değil aynı zamanda Esad'ın sivil güçleri oldu. Mevcut hükümetin başbakanı HTŞ'ye karşı direnmeden hükümeti teslim edeceğine dair mesajlar verdiği video ile bu durumu tüm dünya kamuoyuna ilan etti. Her şey planlanan senaryoya uygun ilerlemişti. Yıllardır askeri ambargolarla zayıflatan Esad rejiminin direnmeye hazır bir kara gücünün olmadığı bilinen bir gerçekti. Esad'ın en büyük askeri kara gücü destekçisi olan Hizbullah'ın İsrail'in Güney Lübnan'nı işgali sırasında minimize edilen varlığı ve hareket gücü Esad'ı savunmasız bırakmıştı. Esat rejiminin uluslararası alandaki koruyuculuğunu üstlenen Rusya da Ukrayna Savaşı'nda zayıflatılmış, gücü test edilmiş ve Suriye'deki varlığı Ukrayna Savaşı için bir pazarlık meselesi haline getirilmişti. Baas Rejimi'nin düşüşünün sağlamasını yapan bu denklemin parçalarının yerine oturmasının ardından HTŞ'ye "yürü ya vekilim" şeklinde verilen emirle 27 Kasım'da başlayan yürüyüş 8 Aralık'ta son buldu, ilk perde kapandı.
Kürt Kazanımlarına Saldırı İçin Bir Fırsat
Şam'da bu gelişmeler yaşanırken HTŞ'yi yıllardır İdlip'te koruyan ve Astana süreci ile birlikte ona bir koruma zırhı sunan Türkiye de iştahlı bir şekilde Kürtlerin kazanımlarına yönelme noktasında bir tereddüt göstermedi. İlk olarak her zaman işaret ettikleri gibi Rojava'nın Fırat'ın batısında kalan bölgelerine yönelerek ederek saldırı hazırlığına girişti. Bu kentler arasında özellikle önemli bir yer tutan Minbiç kentine yönelik saldırılar yoğunlaştırılarak ve Türk medyasında büyük soslarla servis edilerek Türkiye kamuoyu yanıltılmaya çalışıldı. Şam'ın düşüşünden 3-4 gün sonra SMO çetelerinin kenti ele geçirdiği duyuruldu. Ancak daha ilk dakikadan itibaren bu yayını yapan Türk medyası Minbiç kent merkezine ulaşamamış Tişrin Barajı'nda takılı kalmıştı.
Tüm bu sürecin sonunda Türk devleti bu sürecin kazananıymış gibi kendisini sunarak müthiş bir rehavetle ileri atıldı. Tüm bu propagandanın ve imaj çalışmasının arkasındaki gerçek ise şuydu: Türkiye bir aktör olarak sadece ona biçilen rolü oynuyordu. Ne senaryoyu yazan ne de yönetendi, sadece işaret geldiğinde kulisten sahneye gelmişti. Ancak sahnede olmak da onlar için parlatmaya yetecek bir roldü. Hem iç siyasette yaşadığı krizde anlatacığı yeni bir hikâye hem de Kürtlere saldırarak yayılmacı konumunu ileri boyutlara taşımak için yeni bir fırsatı olarak gördü bu rolü.
Şam hükümetinin İsrail’e tehdit oluşturan Direniş Ekseni ile olan iş birliği bilinen bir gerçektir. Hem baba Esad döneminde hem de Beşar Esad döneminde Altı Gün Savaşları ve dönemsel gerilim ve çatışmalar başta olmak üzere İsrail ve Suriye arasında yaşanan gelişmeler Suriye İç Savaşı ile birlikte uç noktalara taşınmıştır. Özellikle oğul Esad’ın Rusya ve İran’a yakınlaşması sonucunda İran Hizbullah’ı ile temasları artan Esad rejimi İsrail’e karşı daha açık bir tehdit haline gelmiştir. Şam rejiminin yıkılması bu anlamıyla İsrail’in güvenliği için önemli bir adımdı. Baas rejiminin yıkılması ile İran Ortadoğu'daki en büyük desteğini kaybetmiş oldu.
Kullanışlı Bir Aparat Türkiye
Türkiye'nin bu düşüşteki rolüne dair önemli bir nokta Şam rejimi yıkılırken bu devirmenin direkt İsrail eliyle yapılmamış olmasıdır. Bu işin yapılması için seçilen aktör Türkiye ve taşeronu HTŞ olmuştur. Burada bu role soyunmaya hazır bir Türkiye olması hegemonik güçlerin elini kolaylaştırmıştır. İsrail Şam hükümetini direkt kendisi hedef alarak yıkmamış yerli bir unsur gibi göstermeye çalıştığı HTŞ üzerinden yapmıştır. Burada önemli bir diğer nokta ise İsrail, Türkiye üzerinden Esad'ın düşüşünü Türki bir müdahale olarak göstererek Arap devletlerine ve Arap milliyetçiliğine bir mesaj da vermektedir. Bir Arap ülkesinin yönetiminin Türki bir müdahale ile değiştirilmesi yeni bir Arap – Türk ayrışması yaratmayı da hedeflemektedir.
Burada Arap bir devlete müdahalenin İsrail eli ile direkt yapılmaması da Öcalan'ın 3.Dünya Savaşı'nın nedenselliğini anlatırken işaret ettiği İsrail güvenliği meselesidir. İsrail'in Arap devletleri ile ortaklaşarak güvenliğini sağlamaya yönelik atmosfer yaratmaya çalıştığı ve görece ilerleme kaydettiği bu denklemde Arap devletleri ile birlikte imzaladığı İbrahim'i anlaşmalar gereği planlanan şey bir Arap ve Yahudi dostluğu Ortadoğusu'dur. Bu yeni Ortadoğu'da kapitalist hegemonyanın temsilciliğini yapacak da bu "dostluk" görüntüsüne uygun olarak İsrail ve Suudi Arabistan olacaktır. Bu yüzden ortaya konan bu İbrahim'i anlaşmalardaki önem ve altı çizilen birliktelik vurgusunun bozulmaması adına bu iş için en uygun ve elverişli araç olarak Türkiye Cumhuriyeti seçilmiştir. Türkiye Cumhuriyeti'nin bu role soyunurken ileriye bu kadar atılmasının nedeni temel politikası olarak izlediği Kürt kazanımlarına saldırı için kendisine de izin verilebilmesi ihtimalidir.
Her ne kadar HTŞ Türkiye’nin Astana sürecinde bir korumaya kavuşturduğu İdlib’te gelişmiş ve beslenmişse de bu süreçte rol oynayan tek aktör Türkiye değildi. Başta İngiltere olmak üzere halen Esad rejiminden rahatsız olan Batılı AB ve ABD güçler rejime karşı bir denge unsuru oluşturmak istiyordu. Türkiye’nin Esad rejiminden rahatsız batılı güçlerin temsilcisi olarak yürüttüğü Astana sürecinin böyle de bir anlamı vardı. HTŞ Türkiye muhataplığında ve görünürlüğünde korunmaya alınsa da başta İngiltere olmak üzere batılı güçler tarafından bir kenarda bir gün sahaya sürülmek üzere tutuldu.
Türk Devletinin Körfez'den Dönen Hesapları
Nitekim Türkiye’nin HTŞ üzerinden yeni Suriye’nin inşası için büyük rollere soyunması Körfez’in tepkisini çekmiş ve rahatsızlıklar dile getirilmeye başlanmıştır. Türkiye’nin kendisini gerçekten medyada gösterdiği gibi sürecin hamisi sanması ve topa hızlı girerek bir şeyleri kotarmaya çalışma girişimleri uzun sürmeden birçok denkleme takılarak boşa düşmeye başlamıştır. HTŞ dışişleri bakanı ilk ziyaretini Suudi Arabistan’a gerçekleştirmiş, Riyad’taki Suriye’nin geleceği konferansına katılmıştır. Buna paralele olarak Colani'de ilk ziyaretini Suudi Arabasitan'a gerçekleştirmiştir. Esad Rejiminin düştüğü ilk günlerde kentlerin yeniden inşası için görev almaya hazır olduklarını belirten ve 400 milyar dolar hesapları yapan Türkiye sermayesi bu noktada körfez sermayesi ile karşı karşıya gelebilir. (400 milyar dolar Türkiye Cumhuriyeti'nin şu an içerisinde bulunduğu ekonomik krizin karakteri göz önüne alındığında ülke içerisinde tıkanan sermaye için yeni bir kar alanı oluşturmak anlamında önemli bir miktardır. Türkiye'de var olan mevcut ekonomik krizin karakteri ülkedeki kaynakların azlığı değil var olan kaynakların sınıflar arasındaki eşitsiz dağılımı ve bunun ulaştığı uç durumdur. İç pazardaki sömürü ile artık genişleyemeyen sermaye için yeni rant alanları yaratılması görece de olsa bu krizi yavaşlatacak bir umutmuşçasına iktidarın gözlerinde yeşil ışıklar yaktırmıştır.) Her ne kadar Körfez sermayesi bu miktara tamah etmese ve peşine düşmese de önemli olan Türkiye’nin oluşabilecek bir etkinliğinin önüne geçmektir. Türk sermayesine ekonomik anlamda bir alan açılsa bile siyasi olarak Türkiye’ye bir alan açılması pek mümkün görünmemektedir. Nitekim bir Arap Cumhuriyeti olma iddiasındaki HTŞ için de siyasi ve ideolojik desteğin daha çok aranacağı zemin Arap ülkeleridir.
Türkiye ve 3.Dünya Savaşı'ndaki Rolü: Ulus Devlet İdeolojisinin Temsilcisi
Türkiye'nin Üçüncü Dünya Savaşı'nda oynadığı rolü daha iyi anlamlandırabilmek adına tekrardan Öcalan'ın ortaya koyduğu Üçüncü Dünya Savaşı perspektifine geri dönmek gerekir. Öcalan'ın Üçüncü Dünya Savaşı'na neden olarak gösterdiği ve küresel kapitalizmin artık kurtulmaya çalıştığı ulus devletlerinin varlığı noktasında Ortadoğu'da bu ulus devletlerin varlığının yaşatılması için hala direnç gösteren ve statükodan yana taraf tutan devletler olarak işaret ettiği İran ve Türkiye'nin varlığını kapitalist modernitenin amacı önündeki engeller olarak ifade eder. Birinci Dünya Savaşı'ndan sonra Ortadoğu'daki ideolojik taşıyıcılığını yapan ve en yoğunlaşmış formunu ifade eden Türkiye Cumhuriyeti devleti halen Üçüncü Dünya Savaşı denkleminde de kuruluş kodlarına konulan ulus devlet ideolojisinde ısrar etmektedir.
Bu ısrarını da dış politikasında ve birçok alanda net bir şekilde yansıtmaktadır. Kendi ulus devlet ideolojisinin ve dolayısıyla varlığının devamı için etrafında da benzer ulus devletlerin yaratımı için de çabalamaktadır. Bunun en yakın somut örneği de şuanda etkin olmak için çabaladığı Suriye'de yaşanmaktadır.
İdeolojik yayılmacı karakterini Suriye yönetimine başına getirilen HTŞ ile kurduğu temaslar üzerinden devam ettirmeye çalışan Türk devleti oraya gönderdiği temsilciler aracılığıyla aktarımı devam ettirmektedir. Nitekim Türk dışişleri bakanı Hakan Fidan henüz Suriye yönetimi tarafından bir açıklama yapılmamasına rağmen düzenlediği bir basın toplantısında Suriye'deki yeni yapılanmanın adının Suriye Arap Cumhuriyeti olacağını ifade etmiş ardından onu takip eden günlerde HTŞ lideri Colani Trump'a gönderdiği kutlama mesajında kendisini Suriye Arap Cumhuriyeti'nin başkanı olarak tanıtmıştır. Suriye'deki diğer halkların varlığını inkar eden bir isimle sahneye çıkması ulus-devletin tekçi ve retçi karakterinin yansımasıdır.
Burada devreye giren bir diğer nokta da yansıtıldığı gibi HTŞ’nin tamamiyle Türkiye’nin denetiminde olmadığı gerçeğidir. HTŞ ve SMO birbirine karıştırılmamalıdır. Yukarıda da ifade edildiği gibi her ne kadar HTŞ’yi İdlib’te barındıran Türkiye gibi görünse de İngiltere ve batılı güçlerin rolü unutulmamalıdır. Her ne kadar HTŞ’nin İdlib’te iken sadece Türkiye denetiminde olan bir örgüt olduğu yorumu kabul edilse bile HTŞ Esad Rejimi’nin devrilmesinin ardından eski konumunda değildir. Bir kenti değil bir ülkeyi yöneten konuma yükselmiştir. Bu konum sadece yetkiler bağlamında değil kurduğu siyasi ve diplomatik ilişkiler bağlamında HTŞ’yi farklı bir noktaya getirmiştir. Nitekim HTŞ de bu değişimin ve farklılaşan gerekliliklerin sonucunda imajı düzeyde de olsa değişimlere gitmiştir. Bu değişimlerin HTŞ’yi zorladığı en başat nokta uluslararası tanınırlık noktasıdır. Uluslararası tanınırlık konusunda başta batı olmak üzere Arap devletlerinin de desteğine ihtiyaç duyan bir HTŞ’nin İdlib’te sıkışmış ve Türkiye’ye angaje olan HTŞ gibi davranması mümkün değildir. Bu durum da ilerleyen dönemlerde Türkiye’nin kendi medyasında pazarladığı gibi Suriye’nin hamiliğini yaptığı bir sürecin yaşanmayacağını göstermektedir.
C.) Suriye Denkleminde En Güçlü Aktör: Suriye Demokratik Güçleri
Tüm bu süreçler yaşanırken kapitalist modernitenin yaratımlarının ve gücünün karşısında demokratik modernite güçlerinin de varlığını hatırlamak ve demokratik modernite güçlerinin de tarih nehrinin bir kolu olarak tarihin yazımında ortaya koyduğu güç ve pratiği hatırlamak gerekir. Bugün yeni bir aşamaya taşınan Üçüncü Dünya Savaşı'nda yoğunlaşmış merkez olarak Suriye'de demokratik modernite güçlerinin taşıyıcılığını ve temsilciliğini yapan Suriye Demokratik Güçleri (SDG) bugün Suriye denklemi içerisinde hem ideolojik hem ekonomik hem sosyo-politik hem de askeri olarak en güçlü aktör konumundadır.
Demokratik ulus perspektifi
SDG'nin en güçlü aktör konumunda olmasını sağlayan etkenler arasında başta ideolojik olarak benimsediği demokratik modernite paradigmasının olduğunu belirtmek gerekir. Demokratik modernite güçlerinin temsilcisi olarak ifade ettiğimiz Suriye Demokratik Güçleri içerisinde barındırdığı başta Kürt ve Arap olmak üzere diğer halkların bir aradalığından ortaya çıkan ve Suriye halklarının kendi geleceğini demokratik bir temelde tayin etmesini öngören bir bileşimin ifadesidir.
2011 yılından bu yana ilk kontrol ettiği Efrin, Cezire ve Qamışlı kantonlarında özerklik ilan ederek çalışmalarına başlayan ve kuruluşu 2004 yılına uzanan Partiya Yekitiya Demokratik (PYD) (Demokratik Birlik Partisi) ve onun silahlı gücü YPG (Yekineyên Parastinên Gel - Halk Savunma Birlikleri) ve YPJ'nin (Yekîneyên Parastinên Jin - Kadın Savunma Birlikleri) ana gövdesini oluşturduğu Suriye Demokratik Güçleri demokratik modernite paradigması doğrultusunda fikirsel olarak Suriye halklarının tamamını kapsayacak bir şekilde gelişip dönüşmüştür. Özgürlük Hareketi tarafından 2011 yılında Suriye'de yaşanan bu gelişmeler Rojava Kadın Devrimi olarak adlandırılmaktadır. Rojava Kadın Devrimi yukarıda bahsedildiği gibi Öcalan'ın kapitalist modernite güçlerinin geliştirdiği 15 Şubat Uluslararası Komplosu'na karşı tasarladığı demokratik modernite paradigmasından gücünü alırken elbette Üçüncü Dünya Savaşı için belli planları olan mevcut hegemonik güçlerin de dikkatini çekmiş ve hedefi haline gelmiştir. 2013 yılında Ortadoğu'da palazlandırılan barbarlığın hedefi Rojava Kadın Devrimi olmuştur. IŞİD'in Rojava'ya dönük saldırılarının Kobanê kent merkezinde yenilgiye uğratılmasının ardından SDG güçlerinin pozisyonu başka bir aşamaya geçmiştir. Bu sürecin ardından İŞİD'le mücadele eden Suriye Demokratik Güçleri İŞİD'i Rakka'ya kadar temizlemiş ve kontrol ettiği bu alanlara demokratik modernite paradigmasını taşıyarak bu paradigmanın sadece Kürt halkı için değil Orta Doğu'da var olan tüm haklar için bir çözüm sunduğunu ifade etmiştir. Orta Doğu'daki ulus farklılıklarını kendi bünyesinde barındırabilmek amacıyla demokratik ulus tanımını içeren demokratik modernite paradigması bu anlamıyla bugün geldiği konumda başarılı sonuçlar üretmiş, Arap nüfusunun çoğunlukta olduğu kentlerde Suriye Demokratik Güçleri demokratik ulus tanımı çerçevesinde farklı ulusların ve halkların bir arada yaşayabileceği denklemleri kurmayı başarabilmiştir. Farklılıkları bir arada tutarak anlamlı birlikler kurulmasını sağlayan demokratik modernite paradigmasının Suriye Demokratik Güçleri'ne sağladığı en büyük güç budur. SDG bu hali ile PYD'nin ulaşabileceği siyasi ve politik çeperin çok üstüne çıkmış çok geniş bir etki alanı kazanmıştır.
Türk Devletinin İdeolojik Saldırıları
Tabii olarak demokratik ulus paradigmasının yarattığı bu gücün farkında olan ve Rojava'da Kürtlerin bir kazanım elde etmesinden korkan Türk devleti de en büyük saldırılarını demokratik ulusa yönelik geliştirmektedir. Türk devleti yetkililerinin yaptıkları her açıklamada Kürtlerin Arapları yönettiği bu durumun kabul edilemeyeceği, Arapların ikinci ulus olmayı kabul etmemeleri gerektiğine dayanan söylemleri demokratik ulus birlikteliğini hedeflemektedir. Durum Türk devleti yetkililerinin belirttiği gibi bir ikincil ulus meselesi, yönetilme - yönetilememe durumu söz konusu değildir. Bu söylem sadece Suriye'de var olan Arap milliyetçi kesimleri galeyana getirerek Rojava Kürdistanı'nı Arap milliyetçilerinin karşısına konumlandırma çabasının ürünüdür. Türk devleti bu söylemlerini SDG'nin yerli Suriyeli bir bileşime sahip olmadığını ileri sürerek daha ileri boyutlara taşımakta SDG içerisindeki Kürt varlığını işgalcilik olarak adlandırmaktadır. SDG içerisindeki demokratik ulus birliğine klasik ulus devlet statükoculuğu ile yaklaşmaktadır. Türk devletinin bir diğer iki yüzlülüğü de burada ortaya çıkmaktadır. SDG içerisindeki oluşumları yerli olmamakla suçlarken kendisine Suriye'de vekil kıldığı SMO ve HTŞ'nin bileşiminin dünyadaki cihatçı örgütlerin artıklarından oluşan bir toplam olduğuna dair söz kurmamaktadır. Asıl Suriye'ye yabancı olan ve buraya yerleştirilen güçler SMO ve HTŞ içerisindeki cihatçı örgütlerin artıklarıdır. Cihadçı ideoloji ve paralı askerlik temelinde birbirine yapıştırılmaya çalışılan bu yapıların Suriye'ye ait olmama durumu Türk devletinin söylemlerine yansımamaktadır. Nitekim Türk devleti halkları düşmanlaştırma politikalarını söylem düzeyinin de ötesine taşıyarak yerel Arap güçlerle temasa geçerek özerk yönetime karşı ayaklanmaları için kışkırtmaktadır. Bu sayede hem uluslararası alanda özerk yönetimin meşruiyetini zedelemeye çalışmak da hem de özerk yönetimin kontrolündeki alanlarda istikrarsızlık yaratmayı hedeflemektedir.
Özerk Yönetimin Tarihsel Ekonomik Gücü
SDG'nin Suriye'de güçlü bir ekonomik aktör olmasını sağlayan faktörler incelenirken Suriye tarihinin de ele alınması bizlere yardımcı olacaktır. Birinci Dünya Savaşı'ndan sonra Fransızların sömürgesi olarak bırakılan Suriye topraklarında bugün Rojava Kürdistan'ı olarak adlandırıldığımız kuzey şeridi Fransa'ya verilmiş önemli kent merkezlerini içeren Urfa, Mardin, Cizre gibi kentler Türkiye sınırları içerisinde kalmıştır. Bu dönemde Türkiye'ye kısmındaki önemli kent ve pazarlardan yoksun kalan Fransa'nın yaşadığı ekonomik kaybın telafi edilebilmesi amacıyla Rojava Kürdistanı'nda çoğunlukla göçebe olarak yaşayan Kürt aşiretleri Fransız sömürgeciliği tarafından yerleşik hayata teşvik edilmiştir. Yerleşik hayata teşvikin en yoğun yaşandığı bölge Cezîre olmuştur. Heseke, Kamışlı ve Amude kentleri de Kürtlerin yoğunlaştığı kentler olarak ön plana çıkmıştır. 1927 yılında 45 Kürt yerleşimi olan kuzey Suriye şeridinde 1939'a gelindiğinde Kürt yoğunluklu yerleşim sayısı 700-800'e çıkmıştır. (Taştekin,2016) Bu yerleşimlerin sayısının ve nüfusunun artmasında Türkiye'deki siyasi baskılardan dolayı Suriye'ye geçen Kürt ailelerin de etkisi olmuştur.
Bu dönemde yerleşik hayata geçen Kürtlerin ekonomik anlamda bir pazar yaratabilmesi için tarımsal anlamda ekonomik destek sunan Fransızlar burada yerleşik bir Kürt varlığı yaratmıştır. Cezîre'nin verimli toprakları ve Fransızlar tarafından çeşitli sulama projeleri ile desteklenen tarımsal faaliyetleri Rojava Kürdistanı'nın Suriye ekonomisi için önemli bir konuma gelmesini sağlamıştır. Nitekim Suriye topraklarının önemli bir bölümü çöllük ve tarıma elverişsizken Cezîre bölgesinde yürütülen yoğun tarım ve hayvancılık faaliyetleri ülke ekonomisinde önemli bir gelir kaynağını ifade etmektedir. Ekonomik anlamda bugün Kuzey-Doğu Suriye'nin bu konumu geçerliliğini korumaktadır. Cezîre Kantonu başta olmak üzere iklimsel koşulları ve sulama imkanları bakımından tarıma elverişli alanlar Kuzey Doğu Suriye Özerk Yönetimi kontrolünde bulunmaktadır. Tüm bunların yanında Suriye topraklarında bulunan petrol yataklarının çoğunluğu özerk yönetimin kontrolündeki alanlarda bulunmaktadır.
Bunların toplamında özerk yönetim ülkenin güçlü bir ekonomik gücü olarak masaya oturmaktadır. HTŞ liderliğindeki Suriye Merkezi Hükümeti özerk yönetimin kontrol ettiği bu bölgelerden gelecek ekonomik getiri olmadan stabil ve sağlıklı bir ekonomi inşa edemez. Nitekim basına yansıyan bilgilerde de yer aldığı üzere SDG lideri Mazlum Kobane ve Colani arasındaki görüşmelerde başta petrol gelirleri olmak üzere ekonomik getirilerin merkezi yönetim ve özerk yönetim arasında nasıl bir denklemle kontrol edileceği gündeme gelmiştir. Yıkılmış ve inşa edilmesi gereken bir Suriye devralan Suriye Merkezi Hükümeti tüm bu ekonomik gelirler olmadan çok zorlanacağını bilmektedir. Bu noktada özerk yönetimi muhatap alma zorunluluğu olduğunun farkındadır.
En Tecrübeli ve Örgütlü Silahlı Güç: SDG
Bu muhataplığa onu mecbur eden bir diğer nokta da SDG'nin askeri anlamda tecrübeli, gelişmiş ve donanımlı bir orduya sahip olmasıdır. 8 Aralık'ta Şam'ı kontrol etmesinden sonra yıllarca askeri ambargolarla uğraşan Esad rejiminin demodernize ordusunu devralan ve kritk bütün askeri üs ve tesisleri İsrail tarafından bombalanan HTŞ'nin operasyonel bir savaş gücü yoktur. HTŞ'yi özerk yönetimi muhatap almaya iten en güçlü nedenlerden biri tarafların askeri pozisyonları arasındaki farktır. SDG bu güçlü askeri konumunu IŞID'le savaşırken uzun yıllar sonucu elde etmiş ve her zaman askeri öz savunmayı ön planda tutarak konumunu korumuştur. Teknik donanım açısından zayıf olan ve çeşitli farklı grupların bir araya gelmesinden oluşan toplama bir merkezi hükümet ordusunun yıllardır IŞİD'e karşı savaşarak tecrübe kazanmış bir SDG karşısında bir şansı yoktur. Nitekim 27 Kasım'da HTŞ'nin Halep'e saldırısıyla eşzamanlı harekete geçen SMO aylardır Tişrin Barajı'nda takılmış ve askeri olarak yenilmiştir. Tüm bu gelişmeler ortadayken HTŞ'nin hem siyasal hem de askeri olarak bir intihar girişimi olarak adlandırlabilecek bir tarzda SDG ile direkt çatışmaya girmesi olası gözükmemektedir.
Kürtler Suriye'de ilk defa özerklik talep etmiyor: 1937 Cezîre isyanı
Suriye Kürdistan'ı Kürt özgürlük hareketleri için önemli bir merkez olmuştur. Hem Suriye Kürtlerinin hem de Türkiye Kürdistanı'nda siyasi baskılardan dolayı Suriye'yi siyasi çalışmalarında merkez olarak kullanan Xoybun ve diğer örgütlerin etkisi ile Suriye Kürdistanı'ndaki Kürtler politize olmuş ve örgütlü mücadelelerle tanımışlardır. PKK'nin ilk yıllarında Öcalan da Suriye'ye geçerek mücadelesini buradan yürütmüştür. Suriye Kürtlerinin siyasi faaliyetleri ve siyasi faaliyetlerindeki talepleri ve kurdukları örgütlerin tarihi ve anlatısı bu makalenin sınırlarını aşacak boyuttadır. Bu başlık altında sadece Suriye Kürtlerinin özerklik, federasyon ve siyasi kültürel haklar bağlamındaki taleplerinden birkaçına değinilecek ve bugünle bağlantısı kurulacaktır. Cezire İsyanı üzerinden de güncelle olan benzerlikler ele alınacaktır.
1920 yılında Fransızlar tarafından Suriye'de; Lübnan Devleti, Şam Devleti, Halep Devleti, Lazkiye çevresinde Alevi Devleti ve Cebel Durzi çevresinde Durzi devleti ilan edilirken Kürtler de Fransızlardan siyasi talepte bulunan mektuplar göndermiştir. Suriye Kürt Dağı bölgesi (Hatay Sınırına yakın Kürt Dağı'ndan adını alır) vekili Nuri Kandi Türkiye sınırındaki alanlar için otonomi talebiyle Fransızlara dilekçe yazan ilk kişidir. Eladinan Aşireti lideri de benzer taleple Fransızlara mektup yazarken Cerablus bölgesindeki aşiretler kendi bölgeleri ile kısıtlı bir talepte bulunmuştur. (Taştekin, 2016)
Otonomi noktasındaki talepleri Kürtlerin coğrafik olarak bir arada olmamasından ve bunun bir eyalet özelliği kazanamadığını ifade ederek reddeden Fransız yönetimi Kürtlere belli noktalarda haklar tanımıştır. Kürtlerin yoğunlukta yaşadığı Cezire'de Kürt yöneticiler görevlendirilmiş, Kürtçe kurslar açılmış ve Kürtler Hristiyanlarla birlikte Doğu Akdeniz Taburları içerisinde askeri olarak yer alarak merkezi orduyla ilişkilendirilmiştir.
Örgütlü bir faaliyet olarak değerlendirebilecek talepler noktasında Xoybun Cemiyeti örnek verilebilir. Xoybun Cemiyeti Lübnan merkezli olarak kurulsa da Suriye'de faaliyet göstermiş, Ağrı İsyanı sırasında isyanın siyasi ve diplomatik önderliği olarak isyanı yönetmiştir. Ağrı İsyanı'ndan sonra cemiyet feshedilse de onu Yekbun û Azadî isimli oluşum takip etmiştir. Bu oluşum 1928 yılında Suriye parlementosuna 5 vekil sokmayı başarmıştır. (Taştekin, 2016) Bu dönemki faaliyetlere bakıldığında 5 vekilin meclise Kürt bölgelerinde Kürtçenin anadil olarak kabul edilmesi ve Kürtçe eğitim sistemine geçiş için dilekçe verdikleri görülmektedir. Her ne kadar bu talep Fransızlar tarafından reddedilse de dönem itibariyle bu yönlü bir talebin olması anlamlıdır.
1937 Cezîre İsyanı
1936 yılında geldiğinde Fransa-Suriye anlaşması ile Suriye'nin Milletler Cemiyeti'ne katılımı için belirli adımlar atılmaya başlanmıştır. Bu adımlar kapsamında Durzi Devleti ve Alevi Devleti Suriye ile tekrar birleşmiştir. Bu birleşme sırasında bu bölgelerin özel idari rejimlerle korunması şartı anlaşmaya eklenmesine rağmen Kürtlerin yoğunlukta yaşadığı Cezîre'ye dair bir hüküm belirtilmemiştir. Birleşmenin ardından yapılan seçimlerden çıkan merkezi hükümet Cezîre'deki Kürt varlığına dair sıkı ve sert adımlar izlemiştir. Anlaşma öncesi Kürt yetkililer tarafından yönetilen Cezîre'ye merkezden vali ve yetkiler atanmış ve güvenlik kuvvetlerinin varlığı arttırılmıştır Bunlarla beraber merkezi hükümetin Cezire halkı tarafından seçilen milletvekillerini onaylamaması ve Arap bölgelerinden getirilen ailelerin Kürt bölgelerine yerleştirilmeye çalışılması bardağı taşıran son damla olmuştur. Yerel bir valinin atanması, idari ve adli yetkililerin yerelden seçilmesi talepleriyle isyan başlamıştır. İsyan çeşitli yerel denklemlerden dolayı başarısız olmuş ve istenilen sonuç elde edilememiştir.
Kürtlerin tarihsel politik hak taleplerinde ısrarı
Geçmiş otonomi, özerklik, siyasi ve kültürel hak talepleri ve 1937 Cezire İsyanı'nın önemli noktası şudur; Kürtler bulundukları bölgelerde adı her ne olursa olsun kendi idari, siyasi, kültürel ve sosyal haklarını gözeten yönetimlerin oluşturulması anlamında tarihsel geçmişi olan politik taleplerde bulunmuşlardır. Bu talepler en basit haliyle kendi yöneticilerini kendileri seçmeleri, anadilinde eğitim ve kültürel haklardır. Bu talepleri için ayrılıkçı ve bağımsız bir devlet isteyen çizgiden ziyade Suriye halkları ile birlikte yaşamaya devam eden siyasi modeller sunmuşlardır. Bu talepleri için bulundukları siyasi alanları kullanmış ve gerektiğinde merkezi idarenin uygulamalarına karşı isyan ederek taleplerinde ısrarcı olmuşlardır.
Bugün Kuzey ve Doğu Suriye Özerk Yönetimi'nin merkezi Şam hükümeti ile yaptığı görüşmelerde dile getirdiği talepler de Suriye Kürtlerinin geçmiş siyasi faaliyetleri ile paraleldir. Bugün talep edilen ise idari model anlamında daha demokratik bir model olan demokratik özerklik ismiyle ifade edilebilir. Ancak burada önemli olan modelin isminden ziyade içerdiği talepler ve anlamdır. Özerklik, federasyon veya konfederasyon gibi ifadeler özünden koparılarak ayrılıkçı gibi gösterilip Suriye Arapları içerisinde bölünme korkusu ve histerisi yaratılmaya çalışılırken üzerinde durulması gereken bu isimlerden ziyade içerik olmalıdır. Nitekim Türk devleti Arap milliyetçiliğinin kendisini hedef almaması adına SDG'yi sürekli ayrılıkçı olarak tanımlayıp Arap milliyetçiliğinin karşısına özerk yönetimi düşman olarak konumlandırmaya çalışmaktadır.
Sonuç
PKK lideri Abdullah Öcalan'ın finans kapitalizminin yarattığı küreselcilik ve ulus üstü sermayenin ulus devletlere daha fazla ihtiyaç duymaması sonucu ortaya çıkan 3.Dünya Savaşı tanımlamalarında zaman, mekân ve aktör boyutu ile bu savaşın farklılıklarını vurgulamış ve nedenlerini işaret ederken de Ortadoğu'yu ve İsrail'in güvenliğini vurgulamıştır. 1991 Körfez Savaşı'nın başlangıcı olarak ele alınabileceğini ifade ederken 15 Şubat 1999'da kendisine yönelik geliştirilen uluslararası komployu da 3.Dünya Savaşı'nın bir diğer aşaması olan 2001 Irak İşgali öncesi kapitalist hegemonyanın bir adımı olarak tarifler. 3.Dünya Savaşı 27 Kasım'da HTŞ'nin Halep yürümesi ve Baas Rejimi'nin düşmesiyle yeni bir boyut kazanmış, bu yeni boyutta en önemli aktörlerden biri olarak gözler SDG yönetimindeki Kuzey ve Doğu Suriye Özerk Yönetimi'ne çevrilmiştir. Öcalan'ın İmralı Cezaevinde iken geliştirip ortaya koyduğu demokratik modernite paradigmasının yaşam bulduğu alan olarak Kuzey ve Doğu Suriye'de güçlü bir aktör olarak SDG kendisini muhatap olarak hem uluslararası alanda hem de Şam'ın yeni merkezi hükümetine kabul ettirmiştir. Türk devletinin bu süreçte SMO eli ile saldırmaya çalıştığı ancak Tişrin Barajı'nda takılı kaldığı bir süreçte Suriye Merkezi Hükümeti SDG'yi muhatap almak zorunda kalmıştır. SDG kontrol ettiği alanlarda gerek demokratik ulus fikri ile farklı halklar arasında birlik sağlamış olması gerek Suriye'nin elverişli tarım alanlarının ve petrol sahalarının büyük bölümünü kontrol ediyor olması ve güçlü bir orduya sahip olmasından dolayı sahadaki en örgütlü güç konumundadır. SDG'nin bugün Suriye Merkezi Hükümeti'nden talepleri Suriye Kürtleri'nin geçmiş politik talepleri ile uyumlu bir şekilde idari, siyasi, kültürel ve sosyal haklar çerçevesinde şekillenmektedir.
3.Dünya Savaşı'nın halen amacına tam olarak ulaşamadığı ifade edilirken yeni hedefin ulus devletin iki statükocu koruyucusundan İran mı Türkiye mi olacağı merak konusudur. Müdahalelerin ne düzeyde ve ne zaman olacağı bilinemese de bilinen bir gerçek vardır: bu her iki statükocu ulus devlette de demokrasi mücadelesi yürüten örgütlü güçler Özgürlük Hareketi etrafında bir araya gelen Kürtler ve dostlarıdır. Öcalan'ın kriz ve kaos aralığı olarak ifade ettiği bir dönemde Kürtler ve dostları da kendi örgütlü öz güçlerine dayanarak kazanımlar elde etmek için mücadelelerini yükseltmektedir. Denklemin hangi noktaya evrileceğine de bu mücadelenin düzeyi belirleyecektir.
KAYNAKÇA
1- Özyıldız, Cihan, 2020, Doğru Yaşamın Temelinde Tarih Bilinci, Aram Yayınları
2- Öcalan, Abdullah, 2011, Ortadoğu'da Uygarlık Krizi ve Demokratik Uygarlık Çözümü, Aram Yayınları
3- Taştekin, Fehim, (2016), Rojava Kürtlerin Zamanı, İletişim Yayınları
İnsanlık tarihi, insanlığın yürüdüğü yolun anlatısıyken bu anlatıyı tek şerit yolda şekillendiren, insanlık muhayyilesini tutsak eden düşünceler sistematiği ve kapitalist modernite bu dergide deşifre olacak.