Çeviren: Menkıbe Çeviri Kolektifi
Özet
Bu makale, 2023 Kasım ayında gerçekleşen Deutscher Anma Konferansı’nın düzenlenmiş bir versiyonudur ve The Next Shift: The Fall of Industry and the Rise of Health Care in Rust Belt America adlı eserin genişletilmiş halidir. Kişilerarası hizmet işinin üretkenlik sınırlarına ilişkin Marksizm’e daha sıkı bir şekilde dayanan bir açıklama geliştirmekte ve toplumsal yeniden üretimin üretimden ayrılmasının siyasi olmaktan ziyade öncelikle ekonomik olduğunu savunmaktadır. Bu teorik araç, küresel bir “bakım krizi” olduğu savını desteklemek için kullanılır. Bu kriz, yalnızca önceki bakım rejimlerinin istikrarsızlaşmasıyla değil, aynı zamanda üretkenlik sınırının, yeni biçimlerin ve bakım talebindeki genişleyen hacimle karşılaşmasıyla tetiklenmektedir. Son olarak, bu kriz, toplumsal cinsiyet ve cinselliğin yeni küresel sosyolojisi ve politikasıyla bağlantılıdır. Metodolojik olarak, makale, “sınıf soyutlamacılığı” yerine proleterleşme süreçlerinin ampirik özgüllüğüne yeniden dikkat çekilmesini savunur.
Anahtar Kelimeler: emek süreci; sınıf oluşumu; toplumsal cinsiyet; cinsellik; toplumsal yeniden üretim
Bugün sınıf analizi hakkında konuşmak istiyorum: bu analizi nasıl yaparız, yöntemi nasıl anladığımız ve uyguladığımız - özellikle de tarihsel ve sosyolojik bir olgu ve siyasi bir önerme olarak işçi sınıfı oluşumunun süregelen zorluğuyla ilgili. İşçi sınıfı oluşumu - hepimiz bundan biraz görmek isteriz!
Bu nedenle, 1970'lerin sonlarından 1990’lara kadar hararetle tartışılan bu olgunun doğası üzerindeki tartışmaların hâlâ çözüme kavuşmamış olması bir sorun teşkil etmekte. Tartışmacılar bir sonuca ulaşmak için mücadele etmek yerine, genelde tartışmayı bıraktı ve farklı yollara yöneldi.1 Onları suçlamıyorum; ben de muhtemelen aynı şeyi yapardım. Ancak bu teorik ateşkes, solun o dönemde karşılaştığı değişen koşulların bir yansıması gibi görünüyor. Tartışmanın başladığı 1970’lerin sonlarında, sosyalist olasılıklar hâlâ açık görünüyordu ve yaklaşan siyasi krize karşı etkili bir strateji geliştirmek hayati bir öneme sahipti.2 Ancak 1990’ların sonuna gelindiğinde çok az kişi bu görüşü savunuyordu. Tartışmayı başlatan kriz, 1970’lerde başlamıştı ve sonunda bir çıkmaza ulaşmıştı. Tartışmacıların açık tutmaya çalıştığı siyasi imkanlar kapanmış ve mesele gündemden düşmüştü. Perry Anderson, 2000’de New Left Review'un yeniden çıkışında şu gözlemde bulundu: “İşçi hareketi yirmi yılı aşkın süredir sessiz. Bugün; gerçekçi sol için tek başlangıç noktası, tarihsel yenilginin net bir kabulüdür. Sermaye, kendisine yönelik tüm tehditleri tamamen geri püskürttü.”3 Böyle bir toplum, kendi temelini sürekli aşındırırken, zafer nasıl bu kadar kesin olabilir?
Son birkaç on yılda ortaya çıkan paradoksal bir sonuç, sınıf analizinin daha ortodoks ya da klasik bir savunusuna en açık şekilde bağlı olan Marksist analizin, aynı zamanda işçi sınıfı mücadelelerinin izlerinin ve etkilerinin artık görülmediğini savunmaya en hazır olan sesler olmasıdır. Bu tür argümanların farklı varyasyonlarına rastlıyoruz: kimlik siyasetinin işçi sınıfı siyasetini yerinden ettiğini veya dağıttığını söyleyen yaygın görüşten, siyasi davranışların artık sınıf terimleriyle açıklanamayacağını ileri süren “sınıf çözülmesi” fikrine kadar; ya da Weberci statü grubu kavramlarının yeniden gündeme getirilip, anormal gibi görünen davranışları açıklama çabalarına kadar.4 Bunların hiçbiri üzerinde uzun uzadıya durmadan önce, bu stratejilerin her birinin, giderek daha eşitsizleşen sınıf toplumlarının neden sınıf sonuçları ve sınıf temelli siyasi davranışlar üretmediğini, en azından işçi sınıfı açısından, açıklamaya çalıştığını kabul edebiliriz.
Bu pozisyonlarla ilgili paradoksal olan şey, bir prensip olarak daha geleneksel sınıf analizi mantığına sahip çıkmaları, ancak aynı zamanda siyaseti ve ideolojiyi sınıf ilişkilerine atıfta bulunarak sistematik olarak açıklayabileceğimiz fikrinden geri durmalarıdır. Her biri, politik ve ideolojik alanda, sınıf ilişkileriyle açıklanamayan ve bunun yerine sınıf ilişkisine dışsal olarak belirlenen bir alan açmaktadır. Bu durumda tipik olarak, yoldaşların fiilen yaptıklarını gördüğümüzden çok daha fazla nasihat mahiyetinde sınıf analizi üzerine konuştuklarını ve talepte bulunduklarını duyuyoruz ve aslında sınıf analizine yönelik bu tür taleplerin pratiğin kendisini gölgede bıraktığından endişe duyuyorum.
Giriş niteliğindeki polemiğimi bitirmeden önce, Amerikan sahnesinden iki örnek vermek istiyorum. Vivek Chibber’in yakın zamanda yayımlanan The Class Matrix adlı kitabı, kültürün işçilerin neden örgütlenmediğiyle ilgili bir önem taşımadığını savunuyor; aksine kişisel, rasyonel risk ve ödül hesaplamalarıyla bu durumu açıklamak gerektiğini öne sürüyor. Ancak işçilerin bu engeli neden zaman zaman aştıkları sorgulandığında, bunun yanıtının “dayanışma kültürü” olduğunu belirtiyor.5 Bir tarafta kültür, neden-sonuç ilişkisi dışında bırakılırken, diğer tarafta yeniden gündeme getiriliyor ve ekonomik ile kültürel olan arasındaki sistematik ilişkiyi belirlemeye yönelik hiçbir çaba gösterilmiyor: Ekonomik rasyonellik, dayanışma kültürlerini dışlıyor; ama dışlamadığı durumların varlığı da söz konusu. Burada, sosyal eylemin hem ekonomik rasyonel hem de ideolojik olarak anlamlı olması ve ekonomik nesnelliğin, ortaya çıkan kültürel anlam aracılığıyla öznel olarak kavranması gereken temel Marksist anlayış neredeyse tamamen kaybolmuş durumda. Sosyal yapı ile ideoloji arasındaki ilişki kopunca, her biri diğerine anlamsız ve karşılaştırılamaz hale geliyor. Sonuç olarak, ya ekonomi ya da ideoloji etkili oluyor; ama asla ikisi birden değil ve bu iki alanın etkileşimi için bir teori de geliştirilmemiş durumda.
Benzer şekilde, son yirmi yıldaki çalışmalarında Walter Benn Michaels ve Adolph Reed Jr., profesyonel-yönetici sınıfın, sınıf siyasetini geçersiz kılmak için ırk siyaseti kullandığını savunuyor. Bu fenomenin varlığını inkâr etmemekle birlikte, belki de onların iddia ettiği kadar tekdüze ve her yönüyle kapsayıcı olmamakla birlikte, bu durum belirgin bir metodolojik ikilem yaratıyor: Nasıl oluyor da tamamen ideolojik bir olgu olan ırk, sınıfın nesnel gerçekliğini geçersiz kılabiliyor? Burada dikkat edilmesi gereken, bu iddianın Chibber’in görüşlerinden daha güçlü olduğudur: Chibber, dayanışmacı olmayan pratiğin bireysel olarak rasyonel olduğunu ve bu nedenle kültürün işçilerin bölünmesinde önemli bir rol oynamadığını öne sürerken, (anlaşılmaz bir şekilde) işçilerin zaman zaman bir araya gelmelerine engel olmadığını belirtiyor. Michaels ve Reed ise daha ileri giderek, dayanışmacı olmayan pratiğin işçilere kültürel yollarla başarılı bir şekilde dayatıldığını ve bunun bölünmeye yol açtığını savunuyor. Bunun geçerli olabilmesi için ya ırkın (ve daha genel olarak ideolojinin) bir sosyal nesnellik niteliğine sahip olması ya da sınıfın bu niteliği yitirmesi gerekiyor. Eğer ırk böyle bir niteliğe sahipse, o zaman bir tür ırkçı kapitalizm teorisi içindeyiz ki, Michaels ve Reed bunu kesinlikle reddedeceklerdir. Teorik olarak, bu tür bir hesabı Antonio Gramsci, Louis Althusser, Stuart Hall veya Cedric Robinson üzerinden geliştirmek mümkün; ancak onlar bu yaklaşımlardan hiçbirini benimsemeyecek ve başka bir yol bulmak da zor olacak. Öte yandan, eğer sınıf nesnellikten yoksunsa ve sadece birçok rekabet eden söylemden biri haline gelmişse, bu durumda kendimizi kültürel dönüşüm ve post-Marksizm alanında bulmuş olacağız. Fakat bu, tam da Michaels ve Reed’in ve birçok yol arkadaşının karşı çıktığı bir eğilim. Bu paradoks karşısında, Gramsci’nin ideolojizm ve ekonomizm arasındaki metodolojik Scylla ve Charybdis uyarısını hatırlamadan edemiyorum.6 Burada analiz, bu iki engelden birinden diğerine savrulmakta ve güvenli bir şekilde aralarından geçmemektedir: Ekonomizm temelli, ideolojinin ekonomik üzerindeki etkisini çelişkili bir biçimde açıklayan bir yaklaşım ortaya çıkıyor.
Bu konuyla başlıyorum çünkü solun en yüksek sesle sınıf analizini savunan seslerinin, aynı zamanda büyük siyasi mücadele alanlarını göz ardı edenler olmasının sağlıklı olmadığını düşünüyorum. Onlar için bu alanlar, en iyi ihtimalle soylu ama sınıf süreçleriyle ilgisiz konular olarak görülüyor. Tarafsız bir şekilde, dikkat dağıtıcı unsurlar olarak değerlendiriliyorlar. En kötü ihtimalle, bu alanlar egemen sınıfın sızma ve kontrol etme yerleri olarak kabul ediliyor. Dünyanın büyük bir kısmı ırkçılık, milliyetçilik, cinsiyet, cinsellik, göç ve din üzerine mücadelelerle dolup taşıyor: Hem sol hem de sağcı hareketler bu sosyal güçleri kendi kurtuluş ve hiyerarşi amaçları için mobilize etmeye çalışıyor. Eğer bu fenomenleri sınıf süreçleriyle olan belirli ilişkilerini ortaya çıkararak anlaşılır ve tarihsel olarak spesifik hale getirmeyi reddedersek, görevimizi terk etmiş oluruz. Sadece sınıf hakkında konuşmamızı istemek yerine, konuyu ciddi bir somut araştırma konusu olarak incelemeliyiz; yani, zaten bildiğimiz şeylerin ötesinde bir şeyler öğrenmek için ampirik bir çaba göstermeliyiz.
Bu, işçi sınıfı tarihindeki ve deneyimindeki somut toplumsal çeşitlilikle ilgilenmemizi gerektirir. Proletarya, daha soyut bir anlamda bir bütün olsa bile, her zaman birçok olguyu bir arada barındırmıştır. Yalnızca bu daha soyut birliğe tutunmak ve somut toplumsal çeşitlilikle ilgilenmeyi reddetmek, işçi sınıfını yalnızca bir fikre, hatta en kötüsü bir fetişe, bir tılsıma, bir nesneye indirgemektir. Marksizm, köylü sınıfları, kadın sorunu, çocuk emeği, emperyalizm ve ulusal sorun vb. tartışmalara kadar uzanan, toplumsal olarak tabi kılınanlar arasındaki toplumsal farklılığın araştırılması için zengin bir depoya sahiptir.7 Bu meseleler, işçi sınıfının oluşumuna ilişkin temel meseleyi tamamlayıcı nitelikte olmayıp, kesin bir şekilde bu sorunun bir parçasıdır. Bugün, Marksist feminizmin bize sınıf oluşumu sorunlarını yeniden ele almamız için nasıl bir miras bıraktığını tartışacağım - bu ödülün geçmişteki sahiplerinin bileşimine dair son zamanlarda ortaya çıkan anlaşılabilir endişeler göz önüne alındığında, bu konu yerinde bir konudur. Bu konuşmanın başlığını, geçici ve asli nitelikler arasında ayrım yapmanın zorluğuna işaret eden bir klişeyle –“The baby and the bathwater”- belirledim. Bu klişe aynı zamanda üreme emeği için bir metafor olup, gençlerin bakımında harcanan çaba ve insanlara nesne gibi davranmamak için gereken dikkat hakkında bir şeyler söylemektedir.*8
Sanayisizleşme sonrası sınıf analizi yaparken karşılaştığımız zorluklardan biri, işçi sınıfı deneyimine dair genel kabul ettiklerimizin ne kadarının aslında sanayi çağına özgü olabileceğidir. Köylülerin işçilere dönüştürüldüğü proleterleşme süreci belirli bir tür tekdüzelik yaratmıştı. Sanayi yoluyla emeğin toplumsallaşması, işçiler için daha geniş siyasi ufuklar açma olasılığı yaratmıştı; çünkü sınıf içi homojenliği kademeli olarak arttırıyordu: Emeğin gerçek anlamda kapitalist üretim süreçlerine dahil edilmesi, beceri, bölge, din, hatta ırk ve etnik köken farklılıklarını kısmen baskıladı.9 Ancak, sınıf içi farklılıklar yeniden ortaya çıktığında, bu farklılıkların tarihsel sürecin sonuyla nasıl bir ilişkiye sahip olduğunu sorgulamalıyız.
Marksist sınıf ve sınıf oluşumu tartışmalarına devam ettiğimiz ölçüde, özellikle İngilizce konuşulan dünyada, proletaryanın somut varlığını şekillendiren işgücü piyasaları, istihdam ve işsizlik gibi sosyal deneyimlere yeterince dikkat göstermiyoruz. Emek süreçleri, beceri ve vasıfsızlaştırma; ırk ve cinsiyet temelli işgücü piyasası ayrışması; aile yapısı, üreme ve demografi gibi konular üzerine incelemeler, 1970’lerde, Marksizmin son zirve noktasında, sınıf tartışmalarının merkezinde yer alıyordu.10 Ancak bu araştırma alanlarının ampirik içeriğini yeterince güncellemedik. Ya da bunu yapabildiğimiz ölçüde, henüz sınıf analizinin teorik ve metodolojik sorunlarına geri dönemedik. Yarım yüzyıllık tarihsel yenilgi, yalnızca yöntem düzeyinde değil, proletaryanın sosyolojisi bağlamında nasıl bir iz bıraktı? Bilmiyoruz, en azından genel kavramlar düzeyinde henüz bilmiyoruz.
Endüstriyel işçi sınıfının ve örgütlerinin yadsınamaz krizi, toplumsal yerinden edilmenin yanı sıra sayısız fikri yönelim bozukluğu biçimi yarattı - bu kadarını biliyoruz. Benim kendi ampirik araştırmam bu soruna yönelikti ve bunu biraz özetleyip bundan bir sonuç çıkarmaya çalışacağım. Perspektifimin coğrafya ve dil ile sınırlı olduğunu da söylememe izin verin: bu, Kuzey Atlantik ve özellikle anglofon dünyaya, en çok da Amerika Birleşik Devletleri’ne yönelik bir tartışma olacak. Çeşitli noktalarda daha geniş konuşmak için elimden geleni yapacağım, ancak iyi bildiğimin ötesine geçmeyi istemiyorum ve tartışmada daha geniş bir alana yayılabileceğimizi ve bazı karşılaştırmalar yapabileceğimizi umuyorum. Tartışmada bu tür gözden kaçan hususlara ilişkin iddialarımı düzelteceğinizi umuyorum.
Harry Braverman’in 1974’te savunduğu gibi, tarihsel ve toplumsal dalgalanmalar, kapitalist toplumlarda sınıf çatışmasının zorunlu ve kaçınılmaz bir unsurudur. Braverman, “Doğru anlaşıldığında, ‘işçi sınıfı’ terimi hiçbir zaman kesin bir insan grubunu tam olarak tanımlamaz; aksine, devam eden bir toplumsal süreci ifade eder” diye belirtmiştir.
Yine de uzun bir süre boyunca çoğu insanın zihninde, bu terim kapitalist ülkelerdeki nüfusun oldukça iyi tanımlanmış bir kısmını temsil ediyordu. Ancak son on yıllarda geniş mesleki değişimler ve bu değişimlere dair artan farkındalıkla birlikte, bu terim tanımlayıcı gücünün büyük bir kısmını kaybetti. Braverman, “Sadece miktarların doldurulmasını gerektiren durağan bir cebir denklemiyle değil, nüfusun farklı kesimlerinin dönüşümünü simgeleyen dinamik bir süreçle uğraşıyoruz” demişti.11
Burada tekrarlayan bir çelişkiden bahsedilmektedir: bir yandan biçimsel olarak gerekli ve statik iken, diğer yandan ampirik özellikleri itibariyle hareketli ve dinamik olan bir tezat. Bu çelişki, sınıf konumlarını üreten ve nüfusun katmanlarını bu konumlara dahil eden toplumsal dalgalanma süreci ile işçi sınıfı örgütlenmesinin daha yavaş gelişen siyasi ve ideolojik alt yapısı - sendikalar, partiler ve Braverman'ın “oldukça iyi tanımlanmış” eskimiş bir imaj sorunu olarak belirttiği dil ve semboller - arasında ortaya çıkmaktadır. Kültür tarihçisi Michael Denning’in değindiği gibi, “Nüfusun sınıfsal yapılanmasındaki konumumuz ne olursa olsun, sınıf imgelerimiz genellikle sınıf oluşumunun gerçeklerinin, çalışan nüfusu yeniden şekillendiren kapitalizm güçlerinin bir nesil gerisindedir.”
Denning, solun bu sorundan muaf olacağına inanmak için bir neden olmadığını vurgular.12 Bu noktada Adam Przeworski, “ideolojik mücadele, sınıflar arası bir mücadeleden önce sınıf hakkında bir mücadeledir” diye değinmektedir.13 Peki, 1970’lerden bu yana çoğalan ve bizi sınıf üzerine yeni bir mücadele turuna davet eden farklılıkların ampirik doğası nedir?
Kendi araştırma programımdan, tüm yerel sınırlılıklarıyla başlamak istiyorum. Beni buraya getiren ödüle layık görülen kitabım The Next Shift: The Fall of Industry and the Rise of Health Care in Rust Belt America, iş gücü piyasasındaki dönüşümün sosyal tarihini ele alıyor. ABD’nin Pittsburgh şehrine odaklanarak, Amerikan çelik endüstrisinin bu tarihi merkezinde bugünün düşük ücretli hizmet ekonomisinin, sanayi işçi sınıfı oluşumunun sınırlarından ve paradokslarından nasıl ortaya çıktığını gösteriyorum. Bu geçişi yalnızca “iyi işlerden kötü işlere” bir kayma olarak anlamak yeterli değil: İşçi sınıfının kalıntı ve yeni gelişen fraksiyonları, kısmen dayanışmacı, kısmen çatışmalı karmaşık tarihsel örüntüler içinde iç içe geçmiştir.14
ABD iş gücü piyasasında “sağlık hizmetleri ve sosyal yardım” olarak adlandırılan kategori, istihdamın en büyük sektörüdür ve her yedi işten birini oluşturmaktadır. Sanayisizleşmiş Kuzeydoğu ve Ortabatı kentlerinde, yani Rust Belt[Pas Kuşağı] olarak bilinen bölgede bu oran her altı işten biri, bazen de her beş işten birine kadar çıkmaktadır. Amerikan ücret yapısının en alt diliminde, geniş anlamda bakım ekonomisi 1980’lerde tüm iş büyümesinin %56’sını, 1990’larda %63’ünü ve 2000’lerde %74’ünü oluşturmuştur. Bu işleri yapanların büyük çoğunluğu hâlâ kadınlar, özellikle de Afrikan Amerikan ve göçmen kadınlardır.15 Evde sağlık yardımcılığı, yıllardır Amerika’da en hızlı büyüyen mesleklerden biri olmuştur.
Yaklaşık on yıl önce Pittsburgh’da, bir sendika temsilciliği anlaşmazlığı bağlamında, Pittsburgh Üniversitesi Tıp Merkezi, Ulusal Çalışma İlişkileri Kurulu önünde hiç çalışanı olmadığını iddia etti. O dönemde yaklaşık 70.000, bugün ise 110.000’e yakın çalışanı olan bu kurumun Pennsylvania eyaletinin en büyük işvereni olduğu bilindiğinden, bu durum oldukça kayda değerdi. Pandemiden bu yana çok bilindik bir paradoksun başlangıcıydı bu: Çalışanlar nasıl hem gerekli hem de harcanabilir, nasıl her yerde ama görünmez olabiliyorlar? Daha açık bir ifadeyle: Belirli bir sektörün bu denli durmaksızın büyümesi ve ürünlerine olan talep, nasıl olur da bu sektörü icra eden işçiler için bir avantaj, fırsat ve güce dönüşmez? Burada kristalize olan sınıf oluşumunu yapılandıran ırk, toplumsal cinsiyet, sınıf ve devlet dolayımları ya da eklemlenmeleri nelerdir ve nasıl örgütlenirler?
Bir zamanlar Amerikan sanayi sermayesinin yoğunlaştığı yerlerdeki bakım ekonomisinin büyüklüğü, sınıf oluşumunun bir evresi ile diğeri arasında tarihsel bir bağ olduğunu düşündürmektedir. Bu bağlantının yeniden inşası, hem bu yeni bakım ekonomisinin kökenlerini hem de kendine özgü özelliklerinin nedenlerini gösterebilir.
Endüstriyel işçi sınıfı kendini konsolide ettiğinde ve refah devletini oluşturan imtiyazları kazandığında, istikrarlı kapitalist toplumlardaki tüm işçi sınıfı oluşumları gibi, bunu hegemonik bir sınıf olarak yapmadı. Faaliyetlerinin yasallaştırıldığı ve ekonomik güvenliğinin 1930’lar ve 1940’larda müzakere edildiği koşullar, örgütlenmesini Gramsci’nin terimleriyle “ekonomik-şirket” türüne ait olarak sağlamlaştırdı. Amerika Birleşik Devletleri’nde bu süreç, özellikle firma düzeyinde toplu pazarlık yoluyla kurulan bir özel sektör refah devleti biçimini aldı.
Amerikan emeğinin ekonomik gücünün zirveye ulaştığı dönem, aynı zamanda McCarthycilik ve Soğuk Savaş ortamının örgütlü emeğin etrafında temsiliyet sınırları oluşturmaya başlamasıyla birlikte siyasi bölünmüşlüğün de yeniden ortaya çıkmaya başladığı dönemdi. Demokrat koalisyonda bir çıkar grubu olarak örgütlü işçiler, işçi sınıfının geri kalanından yapısal olarak ayrılmıştı.16 Sanayi işçileri sendikalı ve sosyal yardımları özel sektör toplu pazarlığı yoluyla dağıtan ve sanayi işgücü piyasalarına erişimi olmayan işçilerin - kadınlar, ırksal azınlıklar - büyük ölçüde dışlandığı özelleştirilmiş bir refah devleti tarafından korunuyordu. Bu durum 1960’lar ve 1970’lerde siyasi bölünmeyle sonuçlanacaktı ancak yapısal ve ekonomik unsurları da büyük önem taşıyordu.
Sosyal ücretin sanayi işçi sınıfına özel sektör istihdamı aracılığıyla dağıtılması, sınıfın farklı katmanları arasında yapısal bir antagonizmayı kurumsallaştırdı; bu antagonizma genel olarak ırk ve cinsiyet tarafından belirlenir ve harekete geçirilir. En iyi bilinen form, hane içinde gerçekleşen şekildir: çalışan işçinin maaşı ve yan hakları, evde çalışmayan eş tarafından yiyecek, temizlik, çamaşır, boş zaman, cinsellik ve çocuklar gibi ihtiyaçlara dönüştürülmeliydi; bu durum, gerçek bir kişisel çatışma olarak ortaya çıkabileceği gibi, çıkmayabilir de. Burada, ödülün finalisti Silvia Federici’ye olan borcumu belirtmek isterim; elbette onun yanında anılmak bile bir onurdur. Ancak, bunun daha geniş bir örüntünün önemli bir örneği olduğunu önermek istiyorum; bu örüntüde, ücretin bir kısmı temelde, evde çalışmayan veya başka bir şekilde marjinalleşmiş bir kadın işçiden üreme iş gücünü talep etmek için bir kupon haline gelir. Özellikle, özel sektör refah devletinin 1940’larda kamu sektöründeki bir girişimin başarısızlığının ardından işçilerin kazandığı en önemli kazanımlardan biri olan istihdam bazlı sağlık sigortası, tam olarak böyle bir kuponu temsil eder: ödenecek olan, esasen hastanede geçirilen zamandır; bu, yalnızca tıbbi bakımı değil, hemşireler, hemşire yardımcıları, çamaşır ve mutfak işçileri ile teknisyenlerin emeklerini de içerir. Ancak sağlık çalışanları, emek yasaları tarafından korunmazdı – çelik işçilerinin sağlık sigortası kazanmasını sağlayan aynı emek yasaları, hastane çalışanlarını resmi istihdam korumasından hariç tutuyordu. Bu tür korumalardan bağımsız olarak faaliyet gösteren hastaneler, işgücü piyasasının en savunmasız katmanlarından eleman alıyordu.
Ortada ırk ve toplumsal cinsiyetin aracılık ettiği klasik bir ikileşmiş işgücü piyasası yapısı vardır ve bu yapının varyasyonları, örgütlü işçi sınıflarının yirminci yüzyılda büyük kazanımlar elde ettiği ancak hiçbir zaman hegemonya kuramadığı Kuzey Atlantik refah devletlerinde görülmüştür. İlginç olan ek bir diğer soru ise, bir zamanlar sanayi ekonomisine yardımcı olarak konumlandırılan marjinal sektörlerin sayısal olarak nasıl bu kadar baskın hale geldiği ve ekonomik marjinalliklerinin bu tersine dönüş boyunca neden devam ettiğidir.
Burada Fordizmin sona ermesinin dinamiklerini ve yeniden üretim emeği için sonuçlarını anlamak kritik önem taşımaktadır. Nancy Fraser’ın ileri sürdüğü gibi, neoliberalizme geçiş Fordist bakım rejimini istikrarsızlaştırmıştır.17 Ancak bu durumu kavramak için yeterli değildir, çünkü toplumsal yeniden üretim sistemi durduğu yerde istikrarsızlaşmamıştır; aynı zamanda hızla genişlemiş, iç mantığı değişirken dahi genişlemiştir.
Özellikle 1950’lerin sonlarında kademeli olarak başlayan ve 1970’ler ile 1980’lerde hızla hızlanan fabrikalardaki iş kaybı süreci, nüfusun daha yaşlı, daha yoksul ve daha hasta olmasına neden olmuştur.
Başlangıçta, sanayisizleşme ekonomik küçülmeyi de beraberinde getirmiştir. Pittsburgh bölgesinde, yirmi yıllık yavaş düşüşün ardından 1975 ve 1985 yılları arasında 150.000 fabrika işi yok olmuştur. Bölgedeki yoksulluk oranı bu yıllar arasında iki kattan fazla arttı; evsiz nüfusu da öyle. Çelik kasabası Aliquippa’da araştırmacılar 1981’den 1984’e kadar kazanılan gelirde yüzde 55’lik bir düşüş gözlemlemiş ve “bu büyüklükteki düşüşler kaçınılmaz olarak bireysel ve kolektif hayatta kalma mücadelesini harekete geçirdi” yorumunda bulunmuşlardır.18
Hayatta kalma dili uygundur: yerinden edilme süreci ekonomik olmaktan çıkıp demografik ve epidemiyolojik bir hal almıştır. Sanayisizleşme, kıdeme dayalı işgücü piyasalarının sendikalı sanayideki merkezi konumu nedeniyle nüfusu daha yaşlı hale getirmiştir. Bu durum kaçınılmaz olarak, azalan istihdam oranlarının demografik olarak yaşlı bir işgücü ve nüfus üreteceği anlamına geliyordu: gençler fırsat aramak için uzaklaşırken, en büyük gruplar bulundukları yerde yaşlandı. 1950’de Pittsburgh çelik işçilerinin yüzde 38’i 45 yaşın üzerindeydi; 1980’de ise yarısı. Ya da başka bir deyişle, 1970 yılında bölge nüfusunun yüzde 11’i 65 yaşın üzerindeydi. 1990 yılına gelindiğinde nüfusun yüzde 17’sinden fazlası 65 yaşın üzerindeydi. Sadece göreceli değil mutlak büyüme de dahil olmak üzere 20 yıl içinde yüzde 11’den yüzde 17’ye. 1940’ların savaş üretimi için işe alınan büyük grup, gençler ayrılırken bile bulundukları yerde yaşlandı. 1990 yılına gelindiğinde Pittsburgh, Florida'nın Broward County'sinden sonra ülkenin en yaşlı ikinci metropolitan bölgesi haline geldi.19
Son olarak, daha yoksul ve daha yaşlı bir nüfus aynı zamanda daha hasta bir nüfustur. Doğal olarak yaşlı insanlar daha hastadır. Yoksul insanlar da genel bir kural olarak daha da hastadır ve ekonomik şok kısa sürede bir sağlık şokuna dönüşmüştür. Batı Pennsylvania’da 1980 ve 1986 yılları arasında işten çıkarılan kıdemi yüksek sanayi işçileri için, hemen sonrasında ölüm tehlikesi %50 ila %100 oranında artmıştır.20 İşten çıkarılan her bir çelik işçisi hayatını kaybederken, çok daha fazlası hastalanmıştır. Aile içi şiddet, bağımlılık, intihar ve hatta kalp hastalığı gibi olgularda gözlemlenebilir artışlar sanayisizleşmeye kendine özgü bir epidemiyoloji kazandırmıştır.
Burada biyolojik olarak adlandırabileceğimiz daha karmaşık bir mekanizma da söz konusudur. Refah devletinin büyük bir kısmı özelleştirildiği ve istihdama dayalı olduğu için, sanayi işçilerinin özel sektörde sağlanan sağlık hizmetleri üzerindeki talepleri diğer sosyal yardımlardan çok daha güçlüydü. Sosyal destek talep etmek isteyen yerinden edilmiş işçiler ve aileleri için, sosyal sıkıntının sağlıkla ilgili tezahürleri en umut verici yollardan birini sunuyordu. Sağlık sisteminin kullanımı 1970'ler ve 1980'lerde sanayi merkezlerinde çok hızlı bir şekilde artmış, özellikle mavi yakalı işçiler ve aileleri arasında ulusal ortalamanın çok üzerine çıkmıştır. Bu, sık ve özellikle çok uzun süreli hastane yatışlarından oluşuyordu. 1979 yılında Pittsburgh’da kişi başına ortalama 1,6 hastane yatış günü düşüyordu ki bu rakam bugün ABD’de ulusal oranın yaklaşık üç katıdır. Bu durum, çelik işçileri ve aile üyeleri için aynı şekilde geçerli olup, işyeri tehlikesine değil, sağlık sisteminin kritik olmayan durumların yönetimi yoluyla sosyal bakım için kullanıldığı sosyoekonomik bir etkiye işaret etmektedir.21 Sanayisizleşme bu kullanım biçimini tetikledikçe, sağlık sigortası bir tür konjonktür karşıtı mali pompa görevi görerek sistem muazzam bir şekilde büyümüştür. Sistem büyüdükçe işe alımlar da arttı.
Burada bir ailenin düşünülmesi faydalı olacaktır: 1950’de Kore Savaşı patlaması sırasında babasının çalıştığı fabrikada işe alınan bir çelik işçisi. İşe girdikten sonra kız arkadaşıyla evleniyorlar, kız garsonluk işini bırakıyor, bir ev alıyorlar ve birkaç çocukları oluyor. On yıllar boyunca işten çıkarılıp geri çağrılır ve birçok kez greve gider; birkaç kez yaralanır ama asla ciddi şekilde yaralanmaz. Bu yıllar boyunca karısı, çocuklarına olduğu gibi ona da bakar. 19802e gelindiğinde emekli olma zamanı gelmiştir ve çiftin her iki ferdi de emekliliğe hazırdır: mavi yakalı yaşamın fiziksel yükleri - yaralanmalar, kirlilik, stres, sigara ve alkol - bir ömür boyu birikmiştir.
1980’de oğullar babalarını ve dedelerini takip edip değirmene gidemezler: iş yoktur. Bu yüzden göç etmeyi düşünmeye başlarlar. Ama eşleri, yaşlanan ebeveynlerine kim bakacak diye sorarlar? Ve böylece genç neslin kızları, annelerinin ev işleriyle dolu hayatlarından ayrılarak iş aramak zorunda kalır. Peki kim işe alacak? Hastaneler ve huzurevleri. Yaşlanan tüm çelik işçileri ve ev kadınları, kendileri gibi diğer ailelerin kızları tarafından bakılmaktadır. Böylece kadınlar 1960’ların sonlarından 19902lara kadar, kocaları fabrikadaki işlerini kaybeden Afro-Amerikan kadınlarla en alttan başlayarak ve beyaz kadınlar onlara katıldıkça alt tabakaları yavaş yavaş doldurarak işgücü piyasasına girdiler. 1980 yılında sağlık hizmetleri en büyük işveren olarak çelik sektörünü geçti. Genel olarak sağlık sektörü, endüstriyel ekonominin daralmasına karşı genişleyen ve üçüncü taraf sağlık sigortası ve özel sağlık hizmetleri idaresinin mali yapısı yoluyla ve kayıtlı işgücü piyasasına giren kadınların işgücü arzı yoluyla, bir zamanlar ailelerde bulunan bakım işlevlerini kurumsallaştıran ve metalaştıran bir şok emici olarak işlev gördü.
Bir düzeyde bu, işçi sınıfının toplumsal yeniden üretimi için gerekli olan karşılıklı bağımlılık ağının yeniden genişlemesiyle, emeğin artan toplumsallaşmasının çok klasik bir biçimi gibi görünmektedir. Bir zamanlar köylüler kendi yiyecek ve giyeceklerini kendileri üretiyordu; daha sonra bu tür mallar için pazarın aracılığı ile işçiler olarak birbirlerine bağımlı hale geldiler. Aileler kendi bakımlarını daha fazla üretir hale geldikten sonra, hastaneler, ajanslar, okullar ve bakım evleri aracılığıyla birbirlerine bağımlı hale geldiler. Ancak yine başka bir düzeyde, bu son süreç yeni, anormal özelliklere sahiptir.
İşte bu noktada Pittsburgh’dan sapma merdivenini tırmanmak istiyorum. Daha önce bakım ekonomisinin büyük bir kısmının, istikrarlı sektörel büyüme ve artan işgücü talebine rağmen, işgücü piyasasının düşük ücretli ve güvencesiz katmanlarına saplanıp kaldığını gözlemlemiştim. Bu anomali, dikkatimizi bakım ekonomisinin ve daha genel olarak kişiler arası hizmet işinin ayırt edici özelliğine çekmektedir: kapitalist sanayi ile ilişkilendirdiğimiz verimlilik artışı türlerine karşı gösterdiği direnç.
Bu olgu son yıllarda yaygın olarak gözlemlenmekte ve küresel ekonomik durgunlukla ilgili tartışmalarda kullanılmaktadır.22 Buraya kadar olan tartışmamı genişletmek suretiyle, bu olgunun önemine ilişkin tartışmaya iki gözlem eklemek istiyorum. Birincisi, bu ampirik gözlemi, Marksist gelenek içinden hizmet-ekonomi durgunluğuna bir açıklama getirmek için yeterli çaba sarf etmeden, tamamen kendi kendini açıklayıcı olarak kabul etmiş olmamızdır: bunun için kaynaklar Marksist feminizmde mevcuttur.23
Öncelikle, Marx’ın kendisinin bu soruyu biraz karıştırdığını belirtelim. Toplumsal yeniden üretimle ilgili olarak, emek sürecinde “insan kasının, sinirinin, beyninin vb. belirli bir miktarının [bestimmtes Quantum] harcandığını ve bu şeylerin yerine yenilerinin konması gerektiğini” gözlemler.24 Fakat bu miktar nasıl belirli olabilir? Bu noktada, 1970’lerdeki “ev işleri” tartışmaları sırasında ileri sürüldüğü gibi, kesinlikle somut emeğin karanlık niteliksel alanındayız - soyut emeğin niceliksel, piyasa tarafından dengelenmiş netliğinde değil.25 Ve bu somut alanda, insan kasının, sinirinin, beyninin vs. miktarı kesin olamaz: Harcanan miktar işçiden işçiye, günden güne, kısmen şeffaf olmayan sonsuz sayıda olumsallığa göre değişecektir. Neden kötü uyuduğumu, neyi arzuladığımı, nasıl iyi besleneceğimi, vücudumun bir yerinin neden acıdığını, depresyonumun nedenini ya da -daha da zoru- çare için neyin gerekli olduğunu her zaman bilemem.26 Bir uzman bile çoğu zaman bunu bilemez ya da etkin bir şekilde müdahale edemez. Aslında aynı pasajda Marx, emek-gücünün yeniden üretim maliyetlerini belirleyen yaşam standardının tarihsel olarak özgül olduğunu ve kısmen sınıf mücadelesi yoluyla belirlendiğini kabul ederek bu soruna bir cevap üretmeye başlar. Bu nokta soyutlandığında, emek-gücünün toplumsal yeniden üretimi için gereken kullanım değerlerinde nesnel bir belirsizliğe işaret eder - daha önceki pasajdaki “belirli miktar”ın tam tersidir.
Yeniden-üretim emeğinin ürünü olduğu kadar aracı da olan insan bedeninin kendisi sermayeye bir sınır sunar; bu sınır bakım emeği sürecinde kendini gösterir. Bu sınır, siyaset kuramcısı Alyssa Battistoni’nin de vurguladığı gibi, bedenin hareket etmek zorunda olduğu doğal zaman döngülerinden kaynaklanır.27 Bu döngüler kendilerine özgü şekil ve anlamlarını toplumsal bağlamdan alsalar da, sonsuz derecede esnek olmadıkları gibi, tamamen bilinebilir de değildirler. Beden, müdahaleye karşı fiziksel dirençler ve epistemik opaklık sergileyerek kapitalizm içinde üretimi homojenleştirme eğiliminde olan rasyonelleştirme biçimlerini engeller. Aslında, bir üretim sürecini “endüstriyel” yapan, bu tür bir rasyonelleştirme ve homojenleştirmeye uygun olma niteliğidir. Bunun yokluğunda, toplumsal yeniden üretim pratiklerine geniş bir çeşitlilik dayatılır.
Aynı şekilde, toplumsal yeniden üretim süreçleri de tatmin edici bir şekilde değerde kristalleşemez. Bunların bedenden geçmesi gerekir ve bedenin değerin soyut zorlamasına tamamen uyması sağlanamaz. Açlık ve uyku ihtiyacının giderilmesi, cinsel arzunun tatmini, hijyen ve sağlığın korunması, engelliliğin yönetimi, yaş ve ölümle müzakere, doğurganlık ve üreme, bilgi ve deneyim birikimi - bu tür olgular canlı emeği ve onun istihdam edilebilir emek- gücü olarak yeniden üretimini tanımlar; bunların tamamen sermayeye dahil edilmesi zor ya da imkansızdır. Örneğin, ekonomik koşullar ile insan doğurganlığı arasında bir ilişki olsa da, çocuk üretimi doğrusal bir şekilde emek piyasası talebine karşılık gelmez. Çocukların, eğitimin verdiği bilgileri düzenli bir şekilde özümsemeleri de sağlanamaz – “insan sermayesi” denilen şeyin kendisi, aralıklı olarak direnç gösteren bir nesne olan çocuk üzerinde uygulanan emek yoğun, zamansal olarak eşitsiz bir süreçten kaynaklanır.
Emek bu tür belirsiz kişiler arası süreçlerle yeniden üretildiğinden, belirsizlikler toplumsal yeniden üretime içkindir. Emek gücünün yenilenmesi için tam olarak neyin gerekli olduğu, emek-gücünün nesiller boyu yeniden üretiminin zaman ölçeği bir yana, günlük ve haftalık döngüler içinde kendi kapasiteleri konusunda işçilerin kendileri için bile kısmen belirsizdir. Emek-gücünün yenilenmesine akrabalık, piyasa ya da devlet kurumları aracılık ettiğinden, bu belirsizlik katlanarak artar: Bir başkasının yeniden üretim emeğine ihtiyaç duyan işçinin ihtiyaç duyduğu yenilenme - genellikle “bakım” olarak adlandırılan bir şey - bu görevle yükümlü bakıcılar için belirsiz olabilir; ya da bakıcının teşhisi ile alıcının kendi hesabı arasında uyumsuzluk olabilir. Çocuklar ve ebeveynler genellikle birbirleriyle ya da öğretmenlerle anlaşmazlığa düşer; danışanlar sosyal hizmet uzmanlarına direnir; yaşlılar yönetilmeye içerler.
Bu tür bir uyumsuzluk genellikle bir yanda yeniden üretim hizmetlerinin piyasa dolayımlı sağlayıcıları üzerinde işleyen piyasa baskılarının soyut niceliksel talepleri ile diğer yanda toplumsal yeniden üretimin somut belirsizliği - emek gücünün depolandığı dinamik fiziksel beden sorunu - arasındaki çelişkiden kaynaklanır. Hizmet çalışanları ve müşteriler açısından bakıldığında, verimlilik sorunu dikkat ve çaba üzerine sıfır toplamlı bir mücadele olarak görünür.
Bir kurum - bir hastane, bir okul - ve onun yöneticileri, alacaklıları ve düzenleyicileri açısından kabul edilebilir bir ilgi ve bakım miktarı, bir hasta veya öğrenci için tamamen yetersiz veya bir işçi için yorucu görünebilir.
Neoklasik iktisatta bu örüntü başka şekillerde de bilinmektedir. Bunlardan biri William Baumol’un hizmet sektörlerinin verimlilik durgunluğundan mustarip olduğu ve bunun da artan maliyetlere yol açarak fiyat artışlarını zorunlu kıldığı meşhur “maliyet hastalığı”dır.28 Benzer şekilde – 1960’ların neoklasik sağlık ekonomisinden bir başka görüşle - Kenneth Arrow belirsizlik ve bilgi asimetrisinin sistematik olarak sağlık hizmetleri sunumunun başına bela olduğunu ileri sürmüştür. Bu belirsizlik “piyasanın olağan varsayımlarının bir dereceye kadar çeliştiği birçok sosyal kurum yaratmıştır. Tıp mesleği bunun sadece bir örneğidir”.29 Arrow elbette değer yasası ile hizmet ekonomisinin kesiştiği noktaya bir müdahalede bulunduğunu düşünmemiştir. Bununla birlikte, gözlemini bu terimlerle görmek kolaydır: toplumsal yeniden üretimin ekonomi politiği anormal örgütsel biçimler geliştirme eğilimindedir. Normal yollarla alınıp satılamaz ve genellikle olağandışı piyasa kurumları ya da devlet için aşırı büyük roller içerir. Aile sadece başlıca örnektir ve ideolojik olarak en yüklü olanıdır.30 Aile ile metalaşmış toplumsal yeniden üretimin işlev bozuklukları arasındaki kavramsal bağlantı, Arrow 1963'te yazdığında bile gözlemlenebilirdi. Şöyle devam ediyor: “Kişisel ilişkilerin ve özellikle de aile ilişkilerinin ekonomik önemi, azalmakla birlikte, en gelişmiş ekonomilerde hiçbir şekilde önemsiz değildir; aksi takdirde aşırı belirsizlikten etkilenecek olan davranışların garantisini oluşturan piyasa dışı ilişkilere dayanmaktadır.”31
Başka bir deyişle, bazı sosyal karşılıklı bağımlılık biçimleri, kendilerini karakterize eden belirsizlik nedeniyle, sistematik olarak metalaştırılamaz. Aslında, Arrow’un aksine, aile ilişkileri alternatif bir güvenilirlik garantisi sunmamaktadır. Bir bakım ilişkisinde ortaya çıkan belirsizliği ortadan kaldıran hiçbir kurumsal yapılandırma yoktur, çünkü bu belirsizlik ilişkinin biçiminden değil içeriğinden kaynaklanır.
Burada iki ünlü teori arasında bir bağlantı kurmak istiyorum. Birini daha önce tartışmıştık, hizmet işlerinde verimlilik durgunluğu sorunu. Diğeri ise Judith Butler’ın klasik toplumsal cinsiyet teorisidir. Butler’ın terimleriyle toplumsal cinsiyet, “stilize bir tekrar” oluşturan, “içsel olarak süreksiz eylemler aracılığıyla kurulan... oluşturulmuş bir toplumsal zamansallıktır ”.32 Bu tekrardaki kayma kaçınılmazdır ve bu da Butler için toplumsal cinsiyete dayalı eylemlerde yenilik olasılığını yaratır.
Soyut, biçimsel bir analiz düzeyinde, bu süreksiz tekrarlama yoluyla ortaya çıkan kaymanın kaçınılmazlığı, hizmet işindeki üretkenlik durgunluğu sorununa önemli ölçüde benzemektedir: Her iki teori de bedenin günlük yaşam döngüsü boyunca ya da bir ömür boyu herhangi bir kesin protokolü izleyeceğine güvenilemeyeceğini söylemektedir. Hizmet işyerinde, emeğin emek-gücüne soyutlanması sekteye uğrar ve sendeler. Nasıl ki özne toplumsal cinsiyete hakim olamaz ve onu mükemmel bir şekilde üretemezse, benzer şekilde hiçbir uçuş görevlisi de her seferinde tam olarak aynı gülümsemeyi ortaya koyamaz ya da bunu yaparken daha verimli olamaz.33 Aslında bunlar aynı şeyi söylemenin neredeyse iki yoludur. Dahası, eğer uçuş görevlisi bunu yapabilseydi, her yolcu üzerinde aynı etkiyi yaratacağını garanti etmenin hiçbir yolu olmazdı.
İnsan biyolojisinin politik-ekonomik ilişkilerde bir miktar etkili olmasına müsaade ettikten sonra, onu toplumsal cinsiyet açıklamamızdan bir kez daha uzaklaştırmak gerekir. İnsan hizmetleri işini emek-yoğun ve dolayısıyla yüksek maliyetli kılan kendine özgü bedenlenme sorununun özünde toplumsal cinsiyetle hiçbir ilgisi yoktur. Daha ziyade, bedenleşme sorunu, bu tür işlerin, ekonomik nedenlerle, proletaryanın marjinal katmanlarına ücretli ve ücretsiz biçimlerde yaptırılmasına neden olmaktadır.34 Kadınların ikincilleştirilmesinin tarihsel olarak gebelik, doğum ve emzirme gibi biyolojik süreçleri çevreleyen toplumsal biçimlerle bağlantılı olduğu elbette doğrudur.35 Ancak bu noktanın buradaki tartışmamız açısından önemi, bu tür tarihsel sosyo-biyolojik biçimlerin kadınların toplumsal olarak marjinalleştirilmiş bu katmanlara hapsedilmesini mümkün kılmasıdır. Battistoni’nin vurguladığı gibi, cinsiyete dayalı hizmet ekonomisi ile modern toplumun tarihsel “kadın sorunu” arasındaki ilişki yalnızca tesadüfidir ve kadınların en az toplumsal güce sahip oldukları için en az arzu edilen işlere atandıkları noktada birleşir - bu tarihsel bir gerçektir ve nihayetinde biyolojik süreçlerin toplumsal olarak düzenlenmesine dayanır. En az arzu edilen işlerin de bedenle ilgili olduğu için bu niteliği taşıdığı gerçeği, biyoloji ve toplumsal cinsiyet arasında olduğu iddia edilen ilişkiye yüzeysel benzerliğine rağmen analitik olarak farklıdır.
Bu tür sonradan düşünülmüş, düşük üretkenlikli sektörler - Battistoni bunlara “kalıntılar” adını veriyor; Maya Gonzalez ve Jeanne Neton bunlara “abject” diyor - Stuart Hall’u izleyerek, kapitalist üretimle hem “eklemlenme” hem de “koruma-çözülme” ilişkisi olarak adlandırabileceğimiz bir konumda duruyor.36 İnsani hizmet sağlayıcıları, her zaman olmasa da sıklıkla, kapitalizmin ihtiyaç duyduğu, ancak kapitalist süreçlerin üretimini ancak eşitsiz bir şekilde emip yönlendirebildiği bir ürünü - emek-gücünü - tedarik ediyor. Ayrıca, emek-gücü olarak talep edilmediği durumlarda bile canlı emeği yeniden üretmeye devam ederler; bu da sermayeye tam olarak tabi olmaya dirençlerinin bir başka özelliğidir. Burada, kapitalist üretim tarzı ile sömürgeci yayılma yoluyla karşılaştığı diğer dışsal tarzlar arasındaki ilişki hakkında Charles Bettelheim’dan alıntı yapan Stuart Hall’dan alıntı yapmama izin verin:
Daha “klasik” bir görüşe sahip gibi görünen Charles Bettelheim, baskın eğilimin diğer biçimlerin kapitalist olan tarafından çözülmesi yönünde olduğunu savunmaktadır. Ancak bu genellikle ikinci bir eğilimle –“'koruma-çözülme” eğilimiyle - birleşir: kapitalist olmayan biçimler “yok olmadan önce ‘yeniden yapılandırılır’ (kısmen çözülür) ve böylece baskın kapitalist ilişkilere tabi kılınır (ve böylece korunur).”37
Toplumsal yeniden üretim, sömürgecilik öncesi toplumsal oluşumlar gibi kendi başına kapitalizmin dışında ve öncesinde yer almasa da, niteliksel özellikleri nedeniyle benzer bir şekilde bütünüyle soğurulmaya karşı dirençlidir. Sermaye sürekli olarak gerçek özümseme fırsatlarını araştırıp sınırlarını buldukça, tabi kılınması da benzer şekilde ayırt edici niteliklerinin korunmasına neden olur. Bakımı kapitalist topluma içkin ancak bu sınırla kapitalist üretimden ayrılmış olarak görmek, bu görüş ile genellikle toplumsal yeniden üretimin ayırt edici özelliğinin siyasi bir etki olduğunu savunan toplumsal yeniden üretim teorisi arasındaki kritik bir farkı tanımlar. Benim burada savunduğum şey, bu ayırt ediciliğin sermayenin farklı kar arayışı mantığına içkin olduğu ve bu nedenle bakım ve sermaye arasındaki ilişkinin bir ayrışma değil, bir eklemlenme olduğu; mantığı önce ekonomik, sonra politik olan bir ilişki olduğudur. Bu nedenle, temel bir ekonomik kısıtlamaya aracılık eden çeşitli siyasi mücadelelerle birlikte, bakımın sağlanması için çok çeşitli kurumsal konfigürasyonlar mümkün hale gelir. Toplumsal cinsiyet de bu aracılıklar yoluyla üretilir, çünkü bu kısıtlamanın toplumsal sonuçları işbölümü yoluyla ortaya çıkar. Kimin hangi tür işleri yapmaya zorlanabileceği, toplumsal cinsiyeti takip etmekten ziyade çoğu zaman ondan önce gelen ve onu harekete geçiren bir sorudur.38
Hizmet ekonomisindeki verimlilik sorununun kökenlerine dair daha teorik bir açıklama geliştirdikten sonra, şimdi hizmet ekonomisi ile daha geniş kapitalist toplumsal formasyon arasındaki ilişkiyi karakterize eden verimlilik sınırı hakkında ikinci bir gözlemde bulunmak istiyorum - yeniden üretim hizmetlerine talep sorunu üzerinden. Ana akım sosyal bilimlerde standart hikaye, bazen “üçüncülleşme” olarak da adlandırılan hizmet talebine geçişi büyümenin doğrusal bir fonksiyonu olarak görmektir. Maslow’un ihtiyaçlar hiyerarşisindeki tırmanışta olduğu gibi, kalkınma merdiveninde birincil sektörlerden ikincil sektörlere ve üçüncül sektörlere geçiş, artan refaha eşlik eder. Ancak benim ampirik vakamdan yola çıkarak savunduğum şey, bakım talebindeki genişlemenin ekonomik durgunluktan da kaynaklanabileceği - ya da daha doğrusu özel bir durumda, endüstriyel aşırı gelişmenin ardından durgunluğun geldiği kümülatif bir döngüden kaynaklanabileceğidir. Burada işleyen mekanizma, endüstriyel genişlemenin sağladığı tek gelirli hane halkları için fırsatların azalması ve bunu takiben daha fazla hane halkı ve akrabalık birimi üyesinin nakit bağına girmesiyle ortaya çıkan karşılıklı sorumlulukların fraktal paterni ve işgücü arzı giderek dışa dönük hale geldikçe genişleyen hane halkı bakım ihtiyaçlarıdır. Kız çocuğu hemşire olarak işe giriyor, ancak şimdi çocuklarına bakacak birini bulması gerekiyor.
Bu perspektiften bakıldığında, küresel sanayisizleşme olgusu, ifadeleri son derece çeşitli olsa da, bakım hizmetlerinin istikrarsızlaşmasının yanı sıra genişlemesinin de küresel bir modelini üretmesi muhtemeldir. Fordist ve kalkınmacı modellerin başarısızlığı, köylü ve proleter hanelerin mevcut bakım ihtiyaçlarını karşılama becerilerine zarar vermekle kalmadı; yeni bakım ihtiyaçları yarattı. Yine de bu ihtiyaçların doğası, belirsiz oldukları için, bunları karşılamaya yönelik olası sosyal düzenlemelerde muazzam bir esnekliğe karşılık gelir: tek bir en iyi yol, rasyonelleştirilmiş kitlesel olarak üretilmiş bir bakım olmadığı için, tek bir küresel süreç - endüstriyel istihdamın göreli düşüşü - dünya sistemi boyunca heterojen bir şekilde tezahür eder. Ortaya çıkan bakım ilişkileri, sıfır toplamlı çaba ekonomilerinin müzakeresinden oluştuğu için, karşılıklı bağımlılık, hatta dayanışma biçimlerini sömürü ile iç içe geçirmektedir. Dünya çapında sağlık tesislerinde yaşanan personel yetersizliği krizleri bu olguyu örneklemektedir; zira personel hem işlerin yürümesi ve hastaların yaşaması için özveride bulunmakta hem de hastalarla bazen yoğun bir husumet içine girmektedir: Amerika Birleşik Devletleri, ölümcül olmayan işyeri şiddeti vakalarının yüzde 73’üne ev sahipliği yapan sağlık tesislerinde bir şiddet salgınıyla karşı karşıyadır; Çin’de ise Yi Nao adı verilen uzmanlaşmış çeteler, mağdur hastalar adına doktor ve hemşirelerden zorla tazminat almaktadır.39
Küresel olarak, kapitalist büyüme modellerinin neredeyse tüm dünyada zayıflaması, proletarya nüfuslarını kolektif ve birbirine bağımlı hayatta kalma modlarına geri döndürmüştür. Bu modlardan bazıları devlet aracılığıyla, bazıları piyasa aracılığıyla, bazıları ise akrabalık aracılığıyla işler. Bazıları endüstriyel iş kaybını takip ederken, diğerleri tarım dışı geçişi izler. Tüm bunlar, zor koşullar altında işlev göstermeleri için öncelikle gelir sağlamakla giderek daha fazla sorumlu olan savunmasız kadın işçilerin sömürülmesine; ikincisi, sıfır toplamlı çaba ekonomilerini işlevsel hale getirmek için yeni günlük proleter dayanışma kalıplarının oluşumuna dayanır.40
Dünyanın birçok yerinde, Kuzey Atlantik normatif modeli çok daha zayıf bir şekilde, ya da hiç yerleşmemiştir; bu modelin dayandığı aile ücretli sanayi işleri asla geniş ölçüde mevcut olmamıştır. Bunun yerine, kadınlar sıklıkla kırsal ve kentsel alanlar ile hane ve pazar arasındaki bağlantı noktalarında karmaşık roller üstlenmişlerdir ve bu durum, cinsiyet temelli iş bölümündeki yenilik ile tarihsel patriyarkal formlarla devamlılık arasında kavramsal olarak zorlayıcı bir etkileşim yaratmıştır. Deborah Bryceson’un belirttiği gibi, “Sosyal sınırlar, pazar katılımcılarının girişini maksimize etmek için yeniden çizildi. Nakit için yapılan yarış, yüzyıllardır süregelen cinsiyet ve nesil iş bölümlerinde bir çalkantıya neden oldu. Sadece erkeklere ya da kadınlara atfedilen iş türleri parçalanmıştır.”41
Daha istikrarsız bir dünya işgücü pazarında giderek yaygınlaşan bir model, genişletilmiş akrabalık sistemlerinin, bir annenin ücretli iş arayışı sırasında fedakarlık yapılan çocuk bakım işini üstlenmesi şeklinde ortaya çıkmasıdır. Ayşe Arslan’ın ifade ettiği gibi, bu durum “kadınların üreme iş gücü yedek ordusu” olarak tanımlanabilir.42 Uluslararası göç bağlamında, genellikle bir “bakım zinciri” oluşur; haneler, üreme iş gücünü ihraç ederek havale gelirleri elde ederken, aile üyeleri geride kalan çocuklara veya yaşlılara bakar ve göçmenin yokluğunda üremenin sağlanmasını güvence altına alır. Alternatif olarak, iç bölgelerdeki ucuz ev içi iş gücü, bu açığı kapatmak için devreye girer.43
“Para için yapılan yarış” her yerde aynı şekilde gerçekleşmese de, kadınlar üzerinde resmi işgücü pazarındaki duraklama veya başarısız kalkınmayı telafi etme baskısının arttığı temel dinamik yaygın olarak paylaşılmaktadır. Dünya genelindeki durumu özetleyen Shahra Razavi ve Shireen Hassim, “Tüm hane üyelerinin -ister kadın ister erkek, genç veya yaşlı- ücretli iş üstlenmesi giderek daha gerekli hale geliyor. ... Bu işlerin çoğu, kötü bir şekilde ücretlendirilme eğilimindedir ve kadınlar, düşük girişli ve düşük getirili aktivitelerde yoğunlaşmaktadırlar” şeklinde ifade ediyorlar.44
Duraklayan veya azalan sanayi istihdamı ve yetersiz işgücü talebinin bir dizi çelişkili etkisi vardır. Bu durum, sosyal yeniden üretim kurumları üzerinde baskı yaratır, işlevlerini aşırı derecede büyütür (ya daha fazla üreme işçisi ya da üreme işinin yoğunlaşması şeklinde) ve bu da üreme işçilerini zor bir duruma sokar. Kısacası, sorumluluklar genişlerken, bunları yerine getirmek için gereken kaynaklar azalır. Nancy Fraser'ın “bakım krizi” dediği bu durum, yalnızca mali tasarrufların ve yetersiz istihdamın aile ve sosyal devletle düzenlenmiş sistemlerle çarpışmasından kaynaklanmaz; aynı zamanda normatif istihdamın çöküşüyle ailelerin ve sosyal devletlerin üstlenmek zorunda kaldığı yeni rollerden de etkilenir. Fraser’ın belirttiği gibi, sosyal yeniden üretim sadece “sarsılmakla” kalmaz; aynı zamanda, sermaye ile olan bağı sayesinde genişler.45 Neoliberalizm ile sosyal yeniden üretim arasındaki ilişkiyi basitçe atomize edici ve özelleştirici olarak görmek, bu çelişkili genişletici boyutu gözden kaçırmak demektir; bu boyut, akrabalık birimleri içinde ve yabancılar arasında yeni üreme bağlantıları yaratır.46
Bakım krizi, ilk olarak kapital için değil, günlük yaşamda hissedilen bir açık olarak yaşayan işgücü için ortaya çıkar. Bu açığın belirsiz bir niteliği vardır: onu doldurmak için neye ihtiyaç duyulacağı açık bir soru olup, genellikle birden fazla olası yanıt vardır. Üreme işçileri, bakım görevini üstlenenler, kendi çabalarını bu açığa göre artırabilir ve belirli bir ölçüde artıracaklardır.47 Sarah Mosoetsa, KwaZulu-Natal’daki araştırmasını özetlerken, “Hanelere önceki yıllara göre çok daha fazla bağımlılık vardı; o yıllarda haneler hayatta kalmak için neredeyse tamamen sürekli ücretli çalışmaya dayanıyordu. Resmi istihdam ve ücretli gelir yokluğunda, hanelerde yapılan iş, üyelerinin hayatta kalması için kritik hale gelir” diyor. Burada da, yeni ortaya çıkan bakım ihtiyaçlarının yönetiminde nesiller arası ilişkiler analitik olarak kritik bir rol oynamaktadır. “Uzun süreli haneler için bakıcı ve sağlayıcı rolündeki yaşlı kadınlar, bu işin çoğunu üstleniyor. AIDS ve işsizlik genç kadınlar üzerinde olumsuz bir etki yarattığı için, yaşlı kadınlar bugün yoksul hanelerde merkezi figürler haline gelmiştir.”48 Bu bağımlılığın genişlemesi, birçok yerde – özellikle Latin Amerika'da – feminist mücadelelerin evrensellik kazanmasıyla açıkça siyasi olasılıkları ortaya çıkarmıştır; sınıf ve ırk adaleti talepleri de bu mücadelenin bir parçası olmuştur.
Küresel ölçekte, üreme iş gücünün genişlemesi, iş vardiyalarında çocuklarını akrabalarına bırakan kadınlardan, devlet destekli sosyal bakım kurumlarına yerleştirilen yaşlılara kadar çok çeşitli biçimler alır. Ancak, pek çok yerde anneler ve eşler, teyzeler, büyükanneler, kızlar, torunlar, öğretmenler, hemşireler, dadılar ve ev işçilerine kıyasla, hemen akrabalara yemek, banyo, ders, terapi, ilaç veya bakım süreleri üretmektedir. Üreme ilişkilerinin daha geniş ve karmaşık kalıpları, ücretli çalışanlarla olan ilişkileri de kapsayarak, neredeyse evrensel bir şekilde daha sık hale gelmektedir. Bu dünya modeli, sosyal eşitsizliğin yapısının temel bir unsurunu oluşturur; çünkü sosyal yeniden üretim sorumluluğunun görece korumasız işgücü biçimlerine aktarımını artırarak tanımlar. Bu korumasız iş rejimi, Filipinli bir büyükannenin kendi gayri resmi piyasa işini yaparken torunlarına bakması gibi akrabalık temelli ve gayri resmi hale gelebilir; ya da bu kayıtsızlık, Amerika Birleşik Devletleri’nde evde sağlık yardımcısı olarak çalışan kızıyla birlikte takip ettiğimizde açık bir hukuksal şekil alabilir, burada vatandaşlık ve iş yeri korumalarından yoksundur.49
Son olarak, bu analiz bana küresel cinsiyet politikalarını anlamanın yeni bir yolunu sunduğunu düşündürüyor; özellikle de heteropatriyarkal normların genç nesillerde kendini yeniden üretememesi ve buna karşılık yeni mobilizasyonların bunun uygulanması için çabası. Cinsiyetin performansını, bireyin kendisini sabit bir eksen etrafında gerçekleştirme çabası olarak düşününce, ikili modelin ekonomik çöküşünün bir karmaşa getirmesi gerektiği ortaya çıkıyor. Bireyler, “para için yapılan yarış”ın karmaşık ve çok boyutlu taleplerine yanıt vermek için kapasitelerini ve dolayısıyla kendilerini esnetme zorunluluğuyla karşı karşıya kalıyor. Görünüşte geçerli bir normatif yaşam yolu bir zamanlar mevcutken, bu hayali gelecek geriye uzanıp gençleri kendi imgesinde şekillendirecekti – ancak bu, sürtüşmelerle dolu olsa da – artık işlevsel olmayan bir güçle. Örneğin, işçi sınıfı ailelerinin daha fazla üyesi nakit getirme baskısıyla karşılaştıkça, ebeveynler çocuklarını daha sık diğer aile üyelerine, tanıdıklara veya yabancılara emanet etmek zorunda kalıyor. Bunu yaptıkları ölçüde, çocukların ebeveynlerin imgesinde şekillenmesi zayıflıyor. Max Fox, “Çocukların cinsiyet kendini belirleme hakkının aile için oluşturduğu tehdit, çocuğun imgesinin ebeveynlerin yalnızca kontrol edemediği bir sosyal nesne olarak ortaya çıkmasını sağlamasıdır” diye değiniyor (sağcı pedofili paniği bağlamında). “Her gerçek, canlı çocuğun nihai cinsiyeti, maddi bedeni ve sosyal varlığı arasında bir gizemdir; sayısız koşullu karşılaşmalar ve izlerini bir araya getirerek tutarlı ve kalıcı bir şey haline getirir.”50
Savunduğum temel nokta, hemen ailenin dışındaki sayısız koşullu karşılaşmaların sayısının arttığıdır – bu sadece çocuklar için değil, genel olarak herkes için geçerlidir. Kathi Weeks bu olguyu “gerekli işin kapsamının genişlemesi” olarak adlandırıyor.51 Sosyal hareketlerin cinsiyet ve cinsellik üzerindeki normatif düzenlere karşı çıkışı elbette burada kritik bir rol oynamıştır; ancak bu başarıların maddi mantığı, Weeks’in adlandırdığı olguda bulunur.52 Başka bir deyişle, eski izleri takip ederek yaşam döngüsüne geçiş yapamayan bireyler, büyüklerinin yaptığı gibi cinsiyetlerini gerçekleştirme seçeneğine sahip değildirler; bu durum bazen anlaşılmazlık veya hatta düşmanlık yaratır. Fordizm, rutinleşmiş üretimle uyumlu olarak kendilikte belirli katılıklar oluşturmuştur. Buna karşılık, düşük verimlilikteki hizmet ekonomisindeki sıfır toplamlı çaba ekonomileri, sabit tipolojilere sahip değildir; bireyler, bağımlılık ilişkileri aracılığıyla kendi pozisyonlarını müzakere ederler; bu süreç, cinsiyetin performansında kayma yaşanmasını hızlandırır. Bu mekanizmayı en belirgin şekilde gösteren örneklerden biri, ilk olarak Japonya'da tanınan ve adlandırılan hikikomori fenomenidir; bu fenomen şimdi küresel ölçekte gözlemlenmektedir. Ekonomik büyümenin uzun vadeli duraklaması, kötüleşen ekonomik fırsatların katı bir yaşam yolu ile uyumlu olmaktan çıkmasıyla, yüz binlerce Japon gencin radikal bir sosyal geri çekilmesiyle karşılandı.53 Hikikomori, ekonomik duraklamanın yarattığı sosyal zararın nasıl kadınlaşmış üreme iş gücünü genişlettiğini de uç bir örnekle sergiliyor: bu fenomenin ortaya çıkması, genç erkekleri yavaş yavaş toplumsal hayata geri döndürmek için “kiralık kardeşler” adı verilen yeni bir endüstrinin doğmasıyla karşılandı; kiralık kardeşler, hikikomorilere, Pittsburgh çelik işçilerine hemşirelerin rolü gibi hizmet eder.54 Bu tür uç durumlar olmadan bile, cinsiyet normlarının nesiller arası aktarımındaki kopuş, yeni faşist hareketler tarafından sert bir şekilde dirençle karşılanan, üretken bir küresel olasılık olarak ortaya çıkmaktadır.55
Tartıştığım şey, kapitalist gelişim ve gelişmemişlik tarafından üreme iş gücünün sosyalizasyonunun, hem işçi sınıfı sosyal farklılaşması hem de sosyal bağımlılık sistematik süreçlerini ürettiğidir; bu süreçler, hizmet iş gücüne yönelik arz ve talebin niteliksel özellikleriyle belirlenir. Ancak, bu süreçlerin gerçekleşme koşullarının klasik vakalarınkini tekrar etmesi pek olası görünmüyor. Bu farklılaşma içinde, homojenlikten değil, bu bağımlılıktan kaynaklanan dayanışma olasılıkları vardır; ve bu olasılıklar sadece gizli değildir. Amerika Birleşik Devletleri’nde, öğretmenler ve hemşirelerin mücadeleleri, işçi hareketinin canlanmasında merkezi bir rol oynamıştır. Latin Amerika’da, yeni pembe dalga, cinsiyete dayalı şiddete karşı Ni Una Menos mücadelesiyle derin bir bağlantıya sahiptir.56 Bugün Filistin mücadelesinde, sumud, kararlılık ve direnişin değeri, kadınların sürgün ve sınırlama koşullarında hayatta kalmak için gereken günlük sosyal pratiklere derin bir şekilde kök salmıştır – doktorlar ve hemşirelerin dikkat çekici rolü de cabası.
Yöntemsel bir yansıma açısından dönecek olursak, bu yeniden yapılanma tarihi ışığında, yirminci yüzyılın sonundaki sınıf analizinin krizi tarihsel bir zorunluluk niteliği taşıyordu. Bu durum herkesi etkisi altına aldı ve gerçekten kaçınılmazdı; sadece bilinçli bir şekilde ele alınması gerekiyordu. Burada diyalektik bir zorluk, tekrar eden ve hatta süreklilik arz eden biçimlerin – işçi sınıflarının değer yasasına göre yaratılması, yok edilmesi ve yeniden yaratılması – tarihsel, ampirik yenilikler barındırabileceğini tanımaktır. Tarihsel materyalistler olarak yükümlülüğümüz, bu ampirik yenilikle metodumuzun kalıcı güçlerini yüzleştirmek ve bu yüzleşmenin sonuçlarını içselleştirmektir.
Sınıf oluşumunun döngüsündeki dip noktalarında, sınıfın yeniden yapılanması sırasında onu yeniden tanımlamak için siyasi ve ideolojik çabalar gereklidir; sınıfın özgül tarihsel özelliklerini ve bunların siyasi olanaklarını ve sınırlarını yeniden keşfetmek önemlidir. Przeworski’nin de vurguladığı gibi, bu tür çabalar, sınıflar arasındaki daha açık mücadele aşamalarından önce gelmeli ve üretim güçleri ile ilişkilerinin proletarya için herhangi bir belirli tarihsel yapılandırmayı dikte etmediği açık uçlu bir dinamik ile karakterize edilmelidir. Proletarya, sınıf sınırlarını tanımlayan “sınıf mücadelesi” adı verilen bir siyasi süreç aracılığıyla şekil kazanır. Sınıf yeniden şekillendikçe, eski özellikleri tanıyacak, yenilerini keşfedecek ve belki de eski özelliklerin yeni formlarda ortaya çıktığını göreceğiz: bu da yine “bebeği ve banyoyu” ayırma zorluğudur. Michael Denning’in dikkat çektiği gibi, Kapitalizm altında işçi sınıfı yaşamının merkezi dinamiği, ne homojenleşme yönünde seküler bir eğilim ne de sonsuz farklılıkların çoğalmasıdır; aksine, Marx’ın sözleriyle ifade etmek gerekirse, rekabet ve dayanışma arasındaki diyalektiktir. Neo-liberal küreselleşmenin komutuna – “dünyanın işçileri, rekabet edin” – karşılık vermemiz gereken, küresel adalet hareketinin eski sloganı olan “dünyanın işçileri, birleşin”dir. Ancak bunu yaparken, yeni kelimelere, yeni şarkılara ve henüz hayal edilmemiş bir topluluğun yeni figürlerine ihtiyaç duyuyoruz.57
Bu figürler mücadelelerden doğacaktır, dersliklerden değil. Ancak gerekli işin kapsamının genişlemesi – hem sıkıntı hem de işbirliği, dayanışma ve rekabet süreci – bizim için bir ad, bir sembol, bir slogan ve söyleyecek bir şarkı bulmamız gereken sosyal deneyimdir.
Kaynakça
Anderson, Perry 2000, ‘Renewals’, New Left Review, i, 1: 5–24.
Anderson, Kevin B. 2016, Marx at the Margins: On Nationalism, Ethnicity, and Non- Western Societies, Chicago: The University of Chicago Press.
Arslan, Ayşe 2021, ‘Relations of Production and Social Reproduction, the State and the Everyday: Women’s Labour in Turkey’, Review of International Political Economy, 29, 6: 1894–916.
Battistoni, Alyssa 2025 [forthcoming], Free Gifts: Capitalism and the Politics of Nature, Princeton: Princeton University Press.
Benanav, Aaron 2023, ‘A Dissipating Glut?’, New Left Review, ii, 140/141: 53–81.
Benn Michaels, Walter and Adolph Reed, Jr. 2023, No Politics but Class Politics, edited by Anton Jäger and Daniel Zamora, London: Eris.
Bonacich, Edna 1972, ‘A Theory of Ethnic Antagonism: The Split Labor Market’,
American Sociological Review, 37, 5: 547–59.
Boris, Eileen 2019, Making the Woman Worker: Precarious Labor and the Fight for Global Standards, 1919–2019, New York: Oxford University Press.
Boris, Eileen and Jennifer Klein 2012, Caring for America: Home Health Workers in the Shadow of the Welfare State, New York: Oxford University Press.
Braverman, Harry 1974, Labor and Monopoly Capital: The Degradation of Work in the Twentieth Century, New York: Monthly Review Press.
Breman, Jan and Parthiv Shah 2004, Working in the Mill No More, Amsterdam: Amsterdam University Press.
Brenner, Robert and Dylan Riley 2022, ‘Seven Theses on American Politics’, New Left Review, ii, 138: 5–27.
Bryceson, Deborah Fahy 1999, ‘African Rural Labour, Income Diversification and Livelihood Approaches: A Long-term Development Perspective’, Review of African Political Economy, 26, 80: 171–89.
Burawoy, Michael 1985, The Politics of Production: Factory Regimes under Capitalism and Socialism, London: Verso.
Bureau of Labor Statistics 2020, ‘Fact Sheet: Workplace Violence in Healthcare, 2018’, available at: <https://www.bls.gov/iif/factsheets/workplace-violence-healthcare-2018.htm>.
Butler, Judith 1990, Gender Trouble: Feminism and the Subversion of Identity, New York: Routledge.
Butler, Judith 1993, Bodies That Matter: On the Discursive Limits of Sex, New York: Routledge.
Butler, Judith 2024, Who’s Afraid of Gender?, New York: MacMillan.
Canaday, Margot 2023, Queer Career: Sexuality and Work in Modern America, Princeton:Princeton University Press.
Chibber, Vivek 2022, The Class Matrix: Social Theory after the Cultural Turn, Cambridge, MA: Harvard University Press.
Cooper, Melinda 2017, Family Values: Between Neoliberalism and the New Social Conservatism, Cambridge, MA: Zone Books.
Coulson, Margaret, Branka Magaš and Hilary Wainwright 1975, ‘“The Housewife and her Labour under Capitalism” – A Critique’, New Left Review, i, 89: 59–71.
Davies, William 2011, ‘The Political Economy of Unhappiness’, New Left Review, ii, 71:65–80.
Davis, Mike 1986, Prisoners of the American Dream: Politics and Economy in the History of the US Working Class, London: Verso.
Davis, Mike 2018, Old Gods, New Enigmas: Marx’s Lost Theory, London: Verso.
De’Ath, Amy 2018, ‘Gender and Social Reproduction’, in The sage Handbook of Frankfurt School Critical Theory, edited by Beverley Best, Werner Bonefeld and Chris O’Kane, London: sage Publications.
Denning, Michael 2007, ‘Representing Global Labor’, Social Text, 25, 3: 125–45.
Denning, Michael 2010, ‘Wageless Life’, New Left Review, ii, 66: 79–97.
Dwyer, Rachel E. 2013, ‘The Care Economy?: Gender, Economic Restructuring, and Job Polarization in the U.S. Labor Market’, American Sociological Review, 78, 3: 390–416.
Edwards, Richard, Michael Reich and David M. Gordon 1982, Segmented Work, Divided Workers: The Historical Transformation of Labor in the United States, New York:Cambridge University Press.
Ehrenreich, Barbara and Arlie Russell Hochschild 2004, Global Woman: Nannies, Maids, and Sex Workers in the New Economy, New York: Holt.
Eley, Geoff and Keith Nield 2007, The Future of Class in History: What’s Left of the Social?, Ann Arbor: University of Michigan Press.
Engels, Friedrich 2010 [1884], The Origin of the Family, Private Property, and the State, translated by Ernest Untermann, New York: Penguin.
Fernandes, Leela 1997, Producing Workers: The Politics of Gender, Class, and Culture in the Calcutta Jute Mills, Philadelphia: University of Pennsylvania Press.
Fox, Max 2022, ‘The Traffic in Children’, Parapraxis, 1, available at:
<https://www.parapraxismagazine.com/articles/the-traffic-in-children>.
Fraser, Nancy 2016, ‘Contradictions of Capital and Care’, New Left Review, ii, 100: 99–117.
Fudge, Judy 2012, ‘Global Care Chains: Transnational Migrant Workers’, International Journal of Comparative Labour Law and Industrial Relations, 28, 1: 63–9.
Furlong, Andy 2008, ‘The Japanese Hikikomori Phenomenon: Acute Social Withdrawal among Young People’, The Sociological Review, 56, 2: 309–25.
Gago, Verónica 2017, Neoliberalism from Below: Popular Pragmatics and Baroque Economies, translated by Liz Mason-Deese, Durham, NC: Duke University Press.
Gago, Verónica 2020, The Feminist International: How to Change Everything, translated by Liz Mason-Deese, London: Verso.
Gonzalez, Maya and Jeanne Neton 2014, ‘The Logic of Gender: On the Separation of Spheres and the Process of Abjection’, in Contemporary Marxist Theory: A Reader, edited by Andrew Pendakis, Jeff Diamanti, Nicholas Brown, Josh Robinson and Imre Szeman, New York: Bloomsbury.
Gorz, André 1982, Farewell to the Working Class: An Essay on Post-Industrial Socialism, translated by Michael Sonenscher, London: Pluto Press.
Gramsci, Antonio 1971, Selections from the Prison Notebooks, edited and translated by Quintin Hoare and Geoffrey Nowell-Smith, New York: International Publishers.
Haley, Sarah 2017, No Mercy Here: Gender, Punishment, and the Making of Jim Crow Modernity, Chapel Hill: University of North Carolina Press.
Hall, Stuart 1979, ‘The Great Moving Right Show’, Marxism Today, 23, 1: 14–20.
Hall, Stuart 2019 [1980], ‘Race, Articulation, and Societies Structured in Dominance’, in
Essential Essays, Volume I, edited by David Morley, Durham, NC: Duke University Press.
Hassim, Shireen and Shahra Razavi 2006, ‘Gender and Social Policy in a Global Context: Uncovering the Gendered Structure of “the Social”’, in Gender and Social Policy in a Global Context: Uncovering the Gendered Structure of ‘the Social’, edited by Shahra Razavi and Shireen Hassim, New York: unrisd.
Hesketh, Teresa, Dan Wu, Linan Mao and Nan Ma 2012, ‘Violence against Doctors in China’,
BMJ, 345: 25–7.
Hobsbawm, Eric 1978, ‘The Forward March of Labour Halted?’, Marxism Today, 22, 9: 279–86.
Hochschild, Arlie Russell 1983, The Managed Heart: Commercialization of Human Feeling, Berkeley: University of California Press.
Jiao, Mingli et al. 2015, ‘Workplace Violence against Nurses in Chinese Hospitals: A Cross-Sectional Survey’, BMJ Open, 5: 1–9, <doi:10.1136/bmjopen-2014-006719>.
Joyce, Patrick 1991, Visions of the People: Industrial England and the Question of Class 1848–1914, New York: Cambridge University Press.
Karp, Matthew 2023, ‘Party and Class in American Politics’, New Left Review, ii, 139: 131–44.
Katznelson, Ira and Aristide R. Zolberg (eds.) 1986, Working-Class Formation: Nineteenth-Century Patterns in Western Europe and the United States, Princeton: Princeton University Press.
Klein, Jennifer 2003, For All These Rights: Business, Labor, and the Shaping of the Public-Private Welfare State, Princeton: Princeton University Press.
Lichtenstein, Nelson 1989, ‘From Corporatism to Collective Bargaining: Organized Land the Eclipse of Social Democracy in the Postwar Era’, in The Rise and Fall of the New Deal Order, edited by Steve Fraser and Gary Gerstle, Princeton: Princeton University Press.
Luxemburg, Rosa 2003 [1913], The Accumulation of Capital, translated by Agnes Schwarzschild, New York: Routledge.
Marx, Karl 1926 [1852], The Eighteenth Brumaire of Louis Bonaparte, translated by Eden Paul and Cedar Paul, New York: International Publishers.
Marx, Karl 1977 [1867], Capital: A Critique of Political Economy. Volume One, translated by Ben Fowkes, New York: Vintage.
McCarthy, Michael A. and Mathieu Hikaru Desan 2023, ‘The Problem of Class Abstractionism’,
Sociological Theory, 41, 1: 3–26.
Milkman, Ruth 1987, Gender at Work: The Dynamics of Job Segregation by Sex during World War II, Urbana: University of Illinois Press.
Mosoetsa, Sarah 2011, Eating from One Pot: The Dynamics of Survival in Poor South African Households, Johannesburg: Wits University Press.
Ong, Aihwa 1987, Spirits of Resistance and Capitalist Discipline: Factory Women in Malaysia, Albany: suny Press.
Parreñas, Rhacel Salazar 2001, Servants of Globalization: Migration and Domestic Work, Stanford: Stanford University Press.
Przeworski, Adam 1977, ‘Proletariat into a Class: The Process of Class Formation from Kautsky’s Class Struggle to Recent Controversies’, Politics & Society, 7, 4: 343–401.
Razavi, Shahra 2011, ‘Rethinking Care in a Development Context: An Introduction’,
Development and Change, 42, 4: 873–903.
Roberts, William Clare 2022, ‘The Red Pill: Breaking Out of the Class Matrix’, Radical Philosophy, 213: 57–65.
Roediger, David R. 1991, The Wages of Whiteness: Race and the Making of the American Working Class, London: Verso.
Salzinger, Leslie 2003, Genders in Production: Making Workers in Mexico’s Global Factories, Berkeley: University of California Press.
Scott, Joan Wallach 1999, Gender and the Politics of History, New York: Columbia University Press.
Seccombe, Wally 1993, Weathering the Storm: Working-Class Families from the Industrial Revolution to the Fertility Decline, London: Verso.
Smith, Jason E. 2020, Smart Machines and Service Work: Automation in an Age of Stagnation, Chicago: The University of Chicago Press.
Stedman Jones, Gareth 1983, Languages of Class: Studies in English Working Class History, 1832–1982, New York: Cambridge University Press.
Sullivan, Daniel and Till von Wachter 2009, ‘Job Displacement and Mortality: An Analysis Using Administrative Data’, Quarterly Journal of Economics, 124, 3: 1265–306.
Teo, Alan R. et al. 2013, ‘Identification of the Hikikomori Syndrome of Social Withdrawal: Psychosocial Features and Treatment Preferences in Four Countries’, International Journal of Social Psychiatry, 61, 1: 64–72.
Tilly, Louise A. and Joan W. Scott 1978, Women, Work, and Family, New York: Holt, Rinehart and Winston.
Vogel, Lise 1983, Marxism and the Oppression of Women: Toward a Unitary Theory, New Brunswick: Rutgers University Press.
Weeks, Kathi 1998, Constituting Feminist Subjects, London: Verso.
Winant, Gabriel 2021, The Next Shift: The Fall of Industry and the Rise of Health Care in Rust Belt America, Cambridge, MA: Harvard University Press.
Zhang, Xinqing and Margaret Sleeboom-Faulkner 2011, ‘Tensions between Medical Professionals and Patients in Mainland China’, Cambridge Quarterly of Healthcare Ethics, 20, 3: 458–65
Zimbalist, Andrew (ed.) 1980, Case Studies on the Labor Process, New York: Monthly Review Press.
Kaynak: Historical Materialism / Brill / https://brill.com [01 Oct 2024]
1-Bu tartışmanın önemli girdileri ve sonuçlarına ilişkin düşünceler için bkz. Stedman Jones 1983; Scott 1985; Katznelson and Zolberg 1986; Roediger 1991; Joyce 1991; Eley and Nield 2007.
2-Örnek için bkz. Hobsbawm 1978; Hall 1979; Gorz 1982.
3-Anderson 2000, p. 16.
4-Örnek için bkz. Brenner and Riley 2022; Benn Michaels and Reed 2023; Karp 2023.
5-Chibber 2022.
6-Gramsci 1971, p. 178.
7-Marx 1926; Engels 2010; Luxemburg 2003; Vogel 1983; Anderson 2010.
8-* Çeviren Notu: Orijinal başlıkta geçen “baby and the bathwater” ifadesi, İngilizce’de “Don’t throw the baby out with the bathwater” deyiminden türetilmiştir. Bu deyim, iyi olan bir şeyi, onu çevreleyen kötü unsurlarla birlikte atmamak gerektiğini vurgular.
9-Davis 2018, pp. 1–154.
10-Örnek için bkz. Bonacich 1972; Braverman 1974; Zimbalist 1980; Tilly and Scott 1978; Edwards, Reich and Gordon 1982; Burawoy 1985; Milkman 1987; Seccombe 1993.
11-Braverman 1974, p. 17.
12-Denning 2007, p. 143.
13-Przeworski 1977, p. 371.
14-Winant 2021.
15-Dwyer 2013, p. 398.
16-Davis 1986; Lichtenstein 1989; Klein 2003.
17-Fraser 2016.
18-Winant 2021, p. 189.
19-Winant 2021, p. 196.
20-Sullivan and von Wachter 2009, pp. 1286–7.
21-Winant 2021, pp. 207–9.
22-Benanav 2023.
23-Gonzalez and Neton 2014; De’Ath 2018.
24-Marx 1977, pp. 274–5.
25-Coulson, Magaš and Wainwright 1975.
26-Yararlı bir tartışma için bkz. Davies 2011.
27-Battistoni 2025.
28-Baumol 1967.
29-Arrow 1963, p. 967.
30-Cooper 2017.
31-Arrow 1963, p. 967.
32-Butler 1990, p. 179.
33-Hochschild 1983.
34-Smith 2020, pp. 114–28.
35-Yararlı tartışmalar için bkz. Vogel 1983; Butler 1993; Battistoni 2025.
36-Gonzalez and Neton 2014.
37-Hall 2019, pp. 192–3.
38-Ong 1987; Fernandes 1997; Salzinger 2003; Haley 2017.
39-Bureau of Labor Statistics 2018; Zhang and Sleeboom-Faulkner 2011; Hesketh et al. 2012; Jao et al. 2015.
40-Denning 2010; Breman and Shah 2004, pp. 114–34.
41-Bryceson 1999, p. 182.
42-Arslan 2021, p. 2.
43-Parreñas 2001; Fudge 2012.
44-Hassim and Razavi 2006, pp. 10–11. Ayrıca bkz. Razavi 2011, p. 891.
45-Fraser 2016, p. 99.
46-Bu konuda bkz. Gago 2017.
47-Ehrenreich and Hochschild 2004, p. 8.
48-Mosoetsa 2011, p. 40.
49-Bkz. Parreñas 2001; Boris and Klein 2012; Boris 2019.
50-Fox 2022.
51-Weeks 1998, p. 150.
52-Canaday 2023.
53-Furlong 2008. For global observation, see Teo et al. 2014.
54-Furlong 2008, p. 317.
55-Butler 2024.
56-Gago 2020.
57-Denning 2007, p. 144.
İnsanlık tarihi, insanlığın yürüdüğü yolun anlatısıyken bu anlatıyı tek şerit yolda şekillendiren, insanlık muhayyilesini tutsak eden düşünceler sistematiği ve kapitalist modernite bu dergide deşifre olacak.