Kürdistan somutu açısından bu konu ne denli fazla bilince çıkarılırsa, devrimci gerçekliğe ulaşma da o denli olanaklı hale gelir. Kışla kültürü konuşu tüm özellikleriyle bilince çıkarılmadan bu kültürün ekonomiden politikaya kadar bütün alanlar ve sol hareket üzerindeki etkinliği ve egemenliği kırılmadıkça devrimci, yurtsever, demokratik ve sosyalist akımların güç kazanmaları ve özellikle Kürdistan sorununda gelişme kaydetmeleri mümkün değildir. Şimdiye kadar yaşanan deneyler bunu açıkça göstermektedir. Bu gerçek, Türkiye sosyalist ve demokratik hareketi için özellikle geçerlidir.
Kemalizm’in sadece Kürdistan halkı üzerinde değil, Türkiye halkı üzerinde de yürüttüğü kışla militarizminin egemenliği parçalanmadıkça ve bu militarizme hizmet temelinde oluşturduğu kültürün "asker-millet" edebiyatı ve asker kültürünün halk kitleleri üzerindeki etkileri kırılmadıkça demokratik ve sosyalist bilincin gelişmesi son derece zor olacaktır. Tersi durumda solda kuyrukçu anlayışın egemenliği sürüp gittikçe, Kemalizm’in soldan uzantısı biçimindeki sahte solculuğun çok güçlü olan etkilerinden yakasını kurtarmadıkça, demokratik ve sosyalist hareketin yıkımı ve imhası kaçınılmazdır. Çünkü bu durumda demokratik ve sosyalist hareket, kendi gerçek silahlarıyla değil kendisine ait olmayan silahlarla kuşanmış ve sahte hedefler için savaşmaya zorlanmıştır. Bunun sonucunda da herhangi bir gelişme yaratamayan sol, yenilgilere uğramıştır. Bu durum Kürdistan sorununda daha da yakıcı bir hal almaktadır. Baskı ve vahşetin döşendiği Kürdistan üzerinde kapitalist-sömürgecilik temelinde ekonomiden ahlaka kültürden dile varana kadar faşist Türk militarizmi, açık bir ulusal imhayı gündeme koymuştur. Bu gerçeği daha açık yönleriyle kavramak açısından Dersim somutunu örnek almamız bir tesadüf değildir. Kürdistan için düşündüğü ve uygulamak istediği ulusal imhayı en iyi bir biçimde Dersim'de denemiştir. Daha ana kucağından alınan bebeler, adeta camekanlarda bitki yetiştirircesine Kemalizm’in bahçesinde yetiştirildiler. Boş bir kâğıda istenen şeklin çizilmesi gibi bu bebelerin beyin hücrelerine Kemalizm şırınga edildi. Böylece Cumhuriyet kültürü Kürdistan'da bu nesile dayanarak kurumlaştırıldı. İdeolojisi, kültürü ve her türlü kurumuyla ilk kez burada vücut bulan Kemalizm, böylece ilk çiçeklerini de Dersim'de açmış oldu.
Denilebilir ki maddi ve manevi imhanın ağır etkisi altında artık herkes Kemalizm’in Kürdistan'da kesin egemenlik sağladığında hemfikirdir. Betonlanmış bir halk gerçekliği yaratılmış, yıkılmış ve inkâr edilmiş Kürdistan'da artık "sosyalist’’ de "komünist’’ de bunu kabullenmekle kalmamış TC'nin Kürdistan'daki vahşi uygulama ve katliamlarına "vahşi Kürtler eziliyor, uygarlığın gelişmesi için Kürtlerin ezilmesi gerekir" diye fetva çıkararak bu zulme alkış tutabilmişlerdir. Bu durumda Kürdistan'da artık resmi Türk devlet siyasetinin sağında ve solunda yer almak öyle zor bir şey değildir. Kemalizm’in çizdiği çerçeve içinde, sadece CHP ve DP gibi resmi siyaset biçimleri için değil, Kürdistan'ı inkâr temelinde olmak koşuluyla yeni türeme sol için de yer vardır. Kemalist rejim, artan toplumsal muhalefeti düzen sınırları içinde tutmak ve köklü devrimci değişiklikleri önlemek için artık anayasa ve yasalar çerçevesinde "sol" ve "sosyalist" partilerin kurulmasına izin vermiştir. Anayasa ve yasalarda nasıl devrimci komünizme sınırlar kapalı tutulmuş ve sahte sola bütün kapılar sonuna kadar açılmışsa inkâr edilmiş Kürdistan temelindeki "solculuk" ve "demokratçılığa" izin vermekte de ciddi bir sakınca görülmemiştir. 1970'lerdeki tarihin dile getirilişi böyledir, Kemalizm’in tarihinin geldiği nokta budur.
Bu tek yanlı olan baskı, işkence ve katliamlarla geliştirilmiş, kışla kültürüyle beslenmiş ve Kürdistan'a zorla dayatılarak egemen kılınmış bir tarihtir. 1970'lere gelindiğinde gözlerimizi açmaya başladığımız ayağa kalkmaya çalışırken dökülen betonlara başımızı çarptığımız ve bu betonu parçalayıp parçalayamayacağımızı kendimize sorduğumuz zaman, Kemalist gerçeklik kesinlikle inkâr edilemeyecek bir tarzda Kuzey Kürdistan'da böylesine başarı kazanmış bir durumdadır. Kemalizm bu yıllarda Kürdistan üzerinde egemenliğini görkemli bir biçimde sürdürmektedir. Ne denli güçsüz olursa olsun tarihi baştan başa direniş olan, direnen ama başarı kazanamayan, zaferi görmeyen ama hep yüreği ağzında umut eden bir halkın yaşadığı 1970'lerin Kürdistan'ında ve Türkiye'sinde bir demokrasi ve sosyalizm türküsü tutturulur. Ama oluşturulan şey Kürdistan'ın Ağrı dağına "meftun" edilmesi gibi 1921 yılında boğdurularak Karadeniz'in azgın sularına "meftun" edilen Mustafa SUPHİ ve yoldaşlarının ortadan kaldırılmasıyla, Kemalizm’in soldan bir uzantısına dönüştürülen ve onun "Misak-i Milliciliği" ve ilericiliğinin propagandasıyla eylemini sınırlandıran bir sahte TKP solculuğudur bu. Henüz gün yüzüne çıkmaya çalıştığı sırada bebek halindeyken öldürülen TKP'nin de bir karikatürü çıkarılmıştır. Böylece komünist hareket içinde, Kemalizm’in ‘TKP’ biçiminde bir maketi oluşturulmuş ve piyasaya sürülmüştür. TKP bu biçimiyle Komünist Enternasyonal'e de bulaştırılmak istenmiş, ama başarılı olunamamıştır. Enternasyonal komünizm elbiseleri içindeki, "sol" Kemalizm’i, sosyal-patriyonizmi ve struveciliği hemen fark etmiş ve saflarından kovmuştur. Buna rağmen yine de ruhu ölmemiştir, hep Kemalizm’in solunda yer almıştır. İktidardaki Kemalizm tarafından devrimci demokrasiye saldırtılır "vahşiler" dedirtilerek Kürtlere karşı harekete geçirilir. On yıllarca mültecilik yapmak zorunda bırakılır. Ama o bildiğinden şaşmaz. Çünkü bir kez beynine Kemalizm’in zehri şırınga edilmiştir, beyni ve ruhu soldan Kemalizm’i üretmekle meşguldür.
1940'lara doğru Dersim Katliamı henüz yeni sonuçlandırıldığında, ilericilik adına bu katliama alkış tuttuğu ve "vahşiler eziliyor, irtica yok ediliyor, ilerici uygarlık gelişiyor" diyerek o korkunç soy tüketimini açıkça desteklediği zaman, TKP kendi yıkımını ve tasfiyesini de resmen onaylamıştır. Aynı yıllarda patlak veren ikinci emperyalist paylaşım savaşının tehlikeli koşullarında Türk burjuvazisi egemenliğinin devamı için birlik ve bütünlüğe ihtiyaç duymaktadır. Bu yüzden de Kürt tehlikesinden ve TKP belasından kurtulmak istemektedir. Kemalizm’in TKP içindeki uşakları da bunu onaylarlar. Burjuvaziye karşı direnmez ve sınıf savaşımını yükseltmezler. Kürt direniş hareketine saldırırlar. Ve ne acıdır ki direnmesiz bir biçimde kendini tasfiye etme, kendi kendini katletme eylemi, dünya komünist hareketi içinde ilk defa ve en alçakça bir tarzda TKP'nin şahsında gerçekleşmiş olur.
Dünya halkları bu yıllarda proletarya partilerinin önderliğinde görülmemiş ulusal ve toplumsal kurtuluş sürecine girerlerken, TKP son nefesini vermektedir. Mevcut koşullar nasıl izah edilirse edilsin saflarındaki dürüst öğeler kimler olursa olsun, TKP ideolojik ve politik bir yapı olarak artık fosilleşmiştir. Artık burjuvazinin ve Kemalizm’in soldan sağlam bir eklentisi haline gelmiştir. Böyle bir özelliğin sonucu olarak ulusal ve sınıfsal kurtuluş mücadelelerinin bastırılmasında üzerine düşeni başarıyla yerine getirmektedir. Ama daha sonra bundan da kesilir, adı ve sanıyla da olsa artık anılmaz olur. Böylece Kemalizm, boydan boya "Ülkesi ve milleti ile bölünmez bir bütün" olan Türkiye'de ekonomik temelden ideolojik üst yapıya kadar kapkara bir şovenizm dalgasının her yana yayıldığı bir ulusal bütünlük içinde İnönü'sü, Bayar'ı, Demirel'i ve Ecevit'iyle egemenliğini icra eder.
Dünya çapında demokrasi ve ulusal kurtuluş mücadelelerinin en hızlı geliştiği yıllar olan 1960'larda çağdışı Bayar-Menderes diktatörlüğüne küçük bir darbe vuran o azgın tekelleşme hareketine karşı küçük ve orta burjuvazinin küçücük bir fiskesi olarak ortaya çıkan 27 Mayıs Anayasası katıksız Kemalist temeller üzerinde şekillense de sınırlı anti-tekelciliği itibarıyla bir anlamda ilerici bir nitelik taşır. Ama belirtildiği gibi tabanında Kemalizm vardır, bu anlamda da gericidir. Böylesine ikili karakteri bir arada barındıran bir anayasası vardır. Ancak bütün yetersizliğine rağmen yine de bir gelişme ortaya çıkmış küçük de olsa bazı çatlaklar belirmiştir. Egemen sınıfların kendi aralarında ve orta sınıflarla tekelci burjuvazi arasında bir dalaşma başlamıştır. Bu noktada ortaya çıkan çatlaklardan demokratik ve sosyalist düşüncenin ilk kıvılcımları fışkırmakta gecikmez. 1965-70 yılları arasındaki dönem, gerçek demokrasi ve sosyalizmin, ilk ama son derece sınırlı kıvılcımlarının Türkiye ve Kürdistan topraklarına saçıldığı yıllardır. Bütün baskılara, her türden yabancılaştırma çabalarına ve süzgecinden geçirildiği tek yanlı burjuva eğitim sistemine rağmen yüreğinde ve beyninde doğruyu kavrayabilme cevahirini taşıyan devrimci gençlik, bu yıllarda çok sınırlı da olsa gerçeğin ışığını halklarımızın üzerine serpmekte gecikmez.
Evet, bu dönemde Türkçülük olgusu Türkiye'nin sosyal ve siyasal zeminine olanca gücüyle egemendir. Aynı egemenlik Kürdistan'da daha da katı bir biçimde sürdürülmektedir. Ama yine de bu egemenliğin surlarında ilk çatlaklar açılmıştır. Demokrasinin ilk kıvılcımları doğmuş, bir ulusun varlığı sorunu ilk defa tartışmaların gündemine girmiştir. Kemalist tarih tartışmaya sunulmuş, T.C. alt ve üst yapısıyla yeni bir değerlendirmeye tabi tutulmuştur. Çok sınırlı bir biçimde de olsa bazı gerçekler ortaya çıkarılmıştır. TKP ve "sol Kemalizm’’ aşılmaya başlanmış, kelle koltukta savaş alanına atılan genç devrimciler, sıcak mücadelenin ortasında ve idam sehpalarında sosyalizme olan inançlarını ve Kürt-Türk kardeşliğinin gerçekliğini haykırmışlardır. Ulusal sorun resmen sosyalist literatüre girmiş demokratik tartışma platformuna sokulmuştur. Ve bir kez daha tekrarlarsak, bütün bu olumlu gelişmeler kelle koltukta sağlanmıştır.
Kısacası Kemalizm’in Türkiye temelinde demokrasiye ve Kürdistan'da ulusal soruna vurduğu inkâr zincirleri, dayattığı duvarlar ve koyduğu yasaklamalar yavaş yavaş kırılır. Ama bütün bu gelişmelere rağmen yürürlükte olan yine de resmî ideolojidir, sağı ve soluyla Kemalizm’in egemenliğidir. Kemalizm sağda Demirel'den Türkeş varyantına kadar uzanan kesimler içinde tüter, ortada ise Ecevit de has adamını bulur. Soldaki duruma gelince, demokrasi ve sosyalizm tartışmalarına Kemalizm’in damgasını vurması gerçeği sürüp gider. Yine de çelişkili ve çatışmalı bir durum yaşanmaktadır. Bunlar değişen maddi zemine uygun olarak ortaya çıkan çelişkiler ve çatışmalardır. Türkiye'de küçük, orta ve tekelci burjuva kesimlerdeki gelişmeler, bu kesimlerin kendi aralarındaki çıkar çatışmalarını da beraberinde getirmektedir. Kürdistan'da da objektif temel gelişmiş, proletarya ve yoksul köylülüğün sömürgeci güçler ve yerli işbirlikçi sınıflarla çelişkileri olanca yoğunluğu ile ortaya çıkmıştır. Görüldüğü gibi burada da çelişkiler vardır ve eski maddi zemin artık parçalanmaktadır. Bu durum elbette düşünce ve politikaya da yansıyacaktır. 1970'ler, Türkiye'nin ulusal ve toplumsal çalkantılarının en fazla geliştiği yıllardır; Kemalizm’in sol üzerinde ister faşizm eliyle ister Ecevit'in sahte sosyal-demokratçılığı ve isterse sol hareket içindeki ajanları olan sosyal-şovenler vasıtasıyla giriştiği tüm dayatmalara ve engellemelere rağmen soylu çıkışların gerçekleşmesi yine de engellenemez. 12 Mart faşist askeri darbesi işte bu soylu çıkışlara karşı girişilen en üst düzeyde bir tepkidir. Ama darbeye rağmen gelişmelerin önüne geçilemez.
12 Mart darbesi ertesinde ve özellikle 1975'ten itibaren bu çatışmalar daha da yoğunlaşır. Dökülen beton artık delinir. Devrimci demokrasi sorunu daha güçlü bir biçimde tartışılır, ulusal kurtuluş problemi kendisini daha güçlü bir biçimde duyurmaya başlar. TC'nin zırhı adamakıllı delinmiştir. Peki gerçeklik böyle olmasına rağmen hala duruma damgasını vuran nedir? Sağda faşizmle bağlantılarını en iyi bir biçimde özümseyen Kemalizm, bu karakterini dört başı mamur bir faşist diktatörlüğe dönüştürmek için orduda, devlet kurumlarında ve siyasal partiler içinde faşist kurumlaşmayı tırmandırırken; Demireller ve Türkeşler bu çabalara alabildiğine olanak ve katkı sağlar ve önderlik yaparken, ortada Ecevit'in sahte sosyal-demokratçılığı, faşizmin değirmenine su taşır, öte yandan bütün bu karşı-devrimci çabaları boşa çıkarmakla yükümlü olan ve 12 Mart rejimine ve daha sonraki faşist tırmanışa karşı devrimci direnmeyi geliştirmesi gereken sol ne yapmıştır? Türkiye'de devrimci-demokratik bir yolda ve Kürdistan'da ulusal kurtuluş temelinde bir direnmeyi ortaya koymak zorunluluğu varken, emekçi halklarımızın, çeşitli emekçi sınıf ve tabakaların devrimci direniş temelinde ve birleşik cephe çatısı altında örgütlenmeye ve eyleme seferber edilmesi hayati bir zorunluluk iken, solun bu görevler karşısındaki tutumu ne oldu?
Açıktır ki Türkiye solu, en temel sorun olan devrimci demokrasi sorununda reformizmi aşamadı. 27 Mayıs Anayasasının yasal çerçevesi içinde biçimlenen bu sol, bu çerçevenin dışına çıkmaya çalıştığı ve çıktığı anda çoğu zaman bireysel terörizme düşmekten kurtulamadı. İhtilalciliği ve devrimci direnişçiliği geliştirmede oldukça cılız kaldı. Türkiye zemininde kendisini düzenin çizdiği sınırlar içine hapsetmiş olan yasal sol, yasadışılığa geçemedi, geçse bile gerekli olanı yerine getiremedi. Bunun en temel nedeni Sol’un resmi zeminde doğmasıydı. 27 Mayıs Anayasası temelinde doğan, bu anayasayı kendisine temel alan ve bu anayasaya bağlı olan bir solun gücü ne olabilir? Kaynağını 27 Mayıs Anayasasında bulan Sol’un bu anayasanın aşılmasıyla birlikte kendisinin de aşılacağı açık değil midir? Ama bunu görmeyecek kadar öngörüsüz ve inisiyatifsiz devrimci-demokrasiyi geliştirmek yetkinleştirmek ve uygun strateji ve taktiklere kavuşturmaktan uzak, tüm kahramanca özverilere ve soylu direnmelere rağmen yine de reformizmi, 27 Mayıs Anayasasının çizdiği sınırları ve dolayısıyla Kemalizm’i aşamayan bir sol. İşte Türkiye Sol’unun durumu budur.
Türkiye solunun, Türkiye sosyalist ve demokratik hareketinin kendisi için temel aldığı tarihsel miras nedir? Hemen belirtelim ki Türkiye solu, TKP'nin esas aldığı tarihsel miras ve politikadan bir adım ileriye geçebilmiş değildir. Tarihi yorumlamaya çalışır, ama gücü yetmez; politikada devrimciliğe ulaşmak ister, ama bunda yeterince başarı sağlayamaz; başarmaya çalıştığı anda da kontrgerilla ve 12 Mart faşizminin sert darbeleriyle karşılaşır ve ezilir. Soylu çıkışlar yapmak ister, ama sonunda kendisini darağacında bulur. Şimdi de Türkiye solunun Dersim somutunda Kürdistan'a yansımasına bakmak gerekir.
Daha önce de değindiğimiz gibi, Dersim'de kurulan kışlalar sadece askeri yerleşim noktaları, açılan okullarda sadece bebelerin devşirildiği modern "yeniçeri ocakları" değildir. Dersim zemininde yıllar ilerledikçe ve kırklar ellilere, elliler altmışlara merdiven dayadıkça Türk dilinin öğrenilmesine cumhuriyetin militarist kültürü de eklenir. Bunun da ötesinde, sorun artık Türkçenin öğrenilmesi ve Türk kültürünün özümsenmesi olmaktan çıkar. Sorun, tarih boyunca işgalci ve istilacı güçlere hiçbir zaman boyun eğmeyen ve özgürlüğünü koruyabilmek için sürekli didinme halinde olan eski Kürt mertliği, yiğitliği ve direnişçiliğinin yerine, kendi katliamcısını ilerici görecek kadar gerçekliğinden uzaklaşan, kendisini imha eden siyasal organizasyon olan CHP'ye dayanmayı ilericilik sanan ve hatta komünizm adına buna alkış tutan yeni bir kişiliğin ve yeni bir ahlakın oluşturulmasıdır.
Hiç kimse bu anlayışın korkunç niteliğini inkâr edemez. Böyle bir anlayış, bağrında en vahşi katliamların gizlendiği bir anlayıştır. Yine şurası da açık bir gerçektir ki, içinde katliamları barındıran bu tür bir anlayış eğer katliamlara sahne olmuş topraklar üzerinde egemenliğini kurmuşsa, eğer ihanet olgusu bu biçimde bir gelişme sağlamışsa ve daha da kötüsü insanlar buna karşı tavırsız kalabiliyorlarsa, o topraklar üzerinde yaşayan halkın iflah olması artık son derece zorlaşmıştır. Ortada bir daha yeni baştan dirilmek ve ayağa kalkmak artık büyük bir sorun haline gelmiştir. Düşüş ve alçalma denilen şey, insanlığın kesinlikle kabul edemeyeceği boyutlara ulaşmıştır. Dersim'de geçmişte Rayberler eliyle direnişe dayatılan teslimiyetin yeni koşullarda Şahinler’e, Yıldırımlar’a devredilmesi, teslimiyetin ve yıkıcılığın yeniden hortlatılması, Semir iblisinin o korkunç aşiret çekişmelerinden yıkıcılığı için muazzam oranda yararlanması ve insanların bir hücresini bir diğerine karşı çıkartmada bu denli bir gelişme sağlaması bütünüyle yüzyılların işgalcisi ve istilacısının uygulamalarının o zeminde en son çiçek açması değil midir?
Evet, kurulan kışlalar ve her yana serpiştirilen okullar üzerinde Kürdistan'da ve onun bir parçası olan Dersim'de bir talan ekonomisi örgütlendirilmiş ve bunun sonucunda giderek yoksullaşan insanların topraklarından hızla koparılması dönemi başlatılmıştır. Kendi topraklarını terk etmek zorunda bırakılan Kürdistan insanı, Anadolu’nun dört bir yanına serpiştirilmiştir. Daha sonra Avrupa ülkelerine açılan işgücü göçü kapısından geçiş üstünlüğü, Kürdistan'da öncelikle bebeleriyle birlikte Dersimlilere tanınmıştır. Ekonomik kuşatma altına alınan Dersim'de, insanlar yaşamak için yurtlarından kaçmak zorunda bırakılmıştır. Soykırımın ekonomik yönü böyledir. Kurtuluş için açık bırakılan kapı Kemalizm kapısıdır. Tıpkı Kâbe kapısından içeri girer gibi bu kapıdan içeri girildikçe ve Kemalizm tarafından her şeyi ile kabul edildikçe insanlar için yaşama hakkı vardır. Bu açıdan Dersim'de hemen herkesin Kemalist kesilmesi anlaşılır bir şeydir. Bu durum politikaya da hemen hemen böyle yansır. Yoksa katıksız CHP'li olmak başka ne anlama gelebilir? Açık ki, CHP'li olmak tek çıkış yolu olarak dayatılmıştır. Siyasal alanda yaşamak, CHP kapısından geçmekle ve CHP'nin mirasını temsil etmekle mümkündür. Bu yüzden, CHP Dersimde çok köklüdür ve bugün de hala öyledir, herkes hala o kapıya doğru koşmaktadır. Kısacası politik alanda da Kemalizm kendisinden başka hiçbir açık kapı bırakmamıştır. Bütün Dersim, Kemalizm’e açılan ve kendisinden başka hiçbir gerçekliği kabul etmeyen bu kapıdan geçmeye zorlanmıştır.
Dersim'de egemen ahlak anlayışının da çok ilginç bir görünümü vardır. En has Kemalistler bu alanda yetişen aydınlar arasında devşirilir. Türkçülüğün en iyi öğeleri, en güzel Türkçeyi konuşanlar, Türk kültürünü en iyi özümseyenler, Dersimli aydınlar içinde boy verir. Kemalizm, Dersim somutunda kültürel ve ahlaki alanda da kendisi dışında açık tek kapı bırakmamıştır. Bu kapıdan en iyi bir biçimde geçenler, Türk kültürünü en iyi bir biçimde özümseyenler T.C. binasında en iyi yerleri alabilirler. Tıpkı eskinin yeniçeri ocağından geçenlerin sadrazamlığa kadar yükselmeleri gibi burada da bazıları devletin en üst kademelerine kadar tırmanabilirler.
Düzen açısından durum bu iken, peki sözüm ona düzene muhalefet eden solun durumu nasıldır? Kendi gerçekliğini bu zeminde nasıl sergilemektedir?
Dersim'de sergilenen solun mayasında, solun temel aldığı mirasla zafer kazanmış olan Kemalizm vardır. Kürdistan'ın bu en son zapt edilen kalesi üzerinde geliştirilen Kemalist imhanın mirası, solun da temel dayanağı, kaynağı ve altın cevheri olmuştur. Yani anılan sol Dersim'e bu temelde girmiş, bundan bir milim bile sapmaksızın, Kemalizm’le aşiretçiliğin geçmişte yarattıkları yıkımı temel almış, onu miras olarak benimsemiştir. Kırk parçalı görüntüsüyle saf Türkiye solu, Dersim'i Kürdistan'dan ve tarihinden Nuri DERSİMİ'den ve onun intikam çağrısından habersiz, düzenin resmi partilerinin ve bu arada CHP'nin ilerisinde sözüm ona solculuğun bir kalesi haline getirmiştir. Öyle ki, artık kırk parçalı Türkiye solunun her çeşidini burada bulmak mümkündür.
Dersim, Kürdistan'ın en yoksul yörelerinden biridir. Bir avuç aşiret reisi ve seyit takımı dışında yöre halkının ezici kesimi yoksuldur. Bu yüzden yoksul köylülüğün çıkarlarını temsil eden bir örgüt proletaryanın yakın bir müttefiki olarak Dersim'de rahatlıkla gelişebilir ve onu çok iyi bir biçimde temsil edebilir. Dersim halkı böylesi direnişçi bir örgüte sonuna kadar temel teşkil edebilir. Özellikle kışla kültürünün henüz egemen olamadığı kırsal alanlar, köylülüğün zorlanmaksızın tarihle bağının kurulmasıyla böylesine soylu bir devrimci-yurtsever örgütün yaman bir kalesi haline getirilebilir.
Ama hele 1975'ten sonraki yıllarda yapılan şey gerçekten de böyle midir? Kesinlikle hayır! Bir kısmı Kürdistan gerçekliğine ve hemen hepsi de sosyalizm adına yola çıktıklarını söylemelerine rağmen sosyalizme yabancı, her birinin başını bir "solcunun’’ çektiği aşiret sayısı kadar parçalara bölünmüş grupların sergiledikleri somut pratik bunun tam tersidir. Böylelikle Dersim'de, halkın somut tarihsel gerçekliğine uygun olmayan bir solculuğun, egemen kültürün küçük-burjuva sınıf temeli üzerinde adeta ne denli yıkıcı ve dağıtıcı rol oynayabileceğinin ilginç bir örneği sunulmuş, iyi bir maketi geliştirilmiştir. Dersim'de yükselen bu "sol", yalnızca Kürdistan Ulusal Kurtuluş Mücadelesine kapalı olmakla, ulusal kurtuluşun kapılarını Dersim'e kapalı tutmakla yetinmemektedir. O aynı zamanda Türkiye proletarya hareketine, sosyalizme ve sosyalist sisteme de yabancıdır. Dersim'de bu "sol" eliyle bir yandan Kürdistan düşmanlığı, öte yandan sosyalizm düşmanlığı geliştirilmektedir. İşte bu katıksız Kemalizm’in ta kendisidir. Zaten Kemalizm’in de böyle iki temel tarihsel özelliği vardır. Bu, 1920'lerdeki Kemalizm’in 1970'lerde sol içinde gerçekleşmiş biçimidir. İntikama susamış olan yoksul Dersim'de hangi gerekçeyle olursa olsun yamalı bohça misali kırk çeşit fraksiyon tarafından, "sol" işte böyle temsil edilmektedir.
Abartmaksızın denilebilir ki, her fraksiyonun içinde yer alanlardan onlarcası kariyeristtir, hizipçidir, provokatördür ve hatta birçoğu ajandır, sanki aşiretçilik eliyle lime lime edilmesi yetmezmiş gibi Dersim insanına bir de bunlar ağulu iğnelerini batırırlar. Kırk tane "solcu" örgütün yoksul bir yöre halkının üzerinde nasıl türediği, neden habire bölündükleri ve kendi aralarında neden birlik kuramadıkları düşünülmemektedir. Partizan, Halkın Birliği, Devrimci Halkın Birliği, Bolşevik Partizan, Halkın Yolu, Devrimci Halkın Yolu vb... Her grubun kendi içinde yeni grupçuklara bölünmesi bu biçimde sürüp gitmektedir. Peki gerçekte halk mı birlikten yana değildir? Halkın birliğe ihtiyacı yok mudur? Ama halkın birlikten yana olduğunu, bunun için acil ihtiyaç duyduğunu hiç kimse inkâr edemez. O zaman, bu habire parçalanmanın halkın çıkarlarını yansıttığı kesinlikle söylenemez. Bu parçalanma sadece Dersim alanında değil, ulusal-inkârcı bir temelde dalga dalga tüm Kürdistan üzerinde ve hatta demokratik ve sosyalist bilinci ve işçi sınıfı hareketini inkâr etme temelinde Türkiye'de geliştirilmektedir. Demek ki Kemalizm, bu alanda sadece kendi düzen kurumlarını en ideal bir biçimde geliştirmekle kalmamakta, Türkiye devrimci demokratik hareketi ile Kürdistan Ulusal Kurtuluş Hareketini tasfiye etmek için de sağlam bir üsse kavuşmuş olmaktadır. Ankara ve İstanbul gibi politik merkez durumundaki büyük kentlere doluşan hizipçilerden bazıları ve örgüt şeflerinin önemli bir kesimi Dersim zemininden yetiştirilmiştir. Türkiye işçi sınıfı hareketi bunlar vasıtasıyla zehirlenmektedir. Sanki böylesi görevler için özel okullarda yetiştirilmişçesine alınıp Türkiye'ye yollanmakta ve bütün bu solu bölmekte, parçalamaktadırlar.
Kürdistan Özgürlük Hareketi, Dersim'e daha ilk adımlarını atarken, içinde kırk tane grupçuk yaratılarak kendisine karşılık verilmek istendi. Her birinin içinde, sanki özel olarak yetiştirilmiş elemanlarmış gibi bazı unsurlar kendisine dayatıldı. Bu bir rastlantı eseri olabilir miydi? Hayır. Belli ki bu, bilerek ya da bilmeyerek "sol" saflarda egemen olan Kemalizm’in Kürdistan Özgürlük Hareketi içinde de hortlatılmasıydı. Kemalizm’in, Dersim zemininde yarattığı ağır tahribatın Kürdistan Özgürlük Hareketi bünyesinde de patlatılmak istenmesiydi. Genelde sola egemen olan bu durum, Kürdistan Özgürlük Hareketi içinde de ortaya çıkarılmak istendi ve çıkarıldı da. Hem de en açık bir biçimde Dersim merkezinde, cezaevlerinde ve Avrupa'da çıkarıldı. Adeta kırk başlı ejderha gibi bir yapıyı, parti içinde bir anlayış ve bir felsefe durumuna getirmenin çılgınca savaşımı yürütüldü. Hiçbir kural tanımama ve hatta sadece siyasi kuralları değil, ahlaki kuralları dahi tanımama siyasal yaşamın en gelişmiş biçimi olarak dayatılmak istendi. Bu alanda soysuzluğun, ahlaksızlığın ve toplumdışı kalmışlığın en düşkünce ürünleri sunulmaya ve Kürdistan Özgürlük Hareketi bir daha dirilmemecesine yıkılmaya çalışıldı.
Bu anlayışın altında Kemalizm vardır. Kemalizm’le aşiretçiliğin çok ilginç bir sentezi yatmaktadır. Bir halkın birliğe en çok ihtiyaç duyduğu bir zamanda, çok başlılığı savunan bir anlayışın partiye ve halkın kurtuluş davasına büyük zararlar vereceği açık değil midir? Ama buna rağmen grupçuluk savunulmaktadır. Herkesin bir grupçu gibi hareket etmesi, insanların iliklerine dek işlemiş bir grupçuluğun sergilenmesi, tek tek ailelerine dek inmiş bir grupçuluğun savunulması, hemen herkesin kendisine özgü bir örgüt anlayışı ve felsefesinin olması gibi, dünyada hiçbir ulusun bünyesinde ve hiçbir sınıf hareketinde görülmemiş bir olay Dersim zemininde ortaya çıkabilmektedir. Bu durum provokasyonun ne kadar derinliğine geliştirildiğini ve Kemalizm’in sadece düzen sınırları içinde değil düzene muhalif olan kesimler arasında da provokasyonu hortlatmaya ne kadar muktedir olduğunu göstermektedir. Bu, halk kitlelerine de böyle dayatılmakta ve halk böylesine çok başlılık altında bölük-pörçük edilmektedir. Dersim halkı gibi en büyük katliamlardan geçirilen, birliğe ve bilime herkesten daha çok ihtiyacı olan bir halka, solculuk maskesi altında Kemalizm işte böyle dayatılmaktadır. Açık ki bu korkunç bir yanılgıdır. Bilerek ya da bilmeyerek içine düşürülmüş tehlikeli bir "solculuk" türüdür. Böyle çok-başlı bir anlayış ve yapı, emekçi halka büyük zararlar verir. Türkiye demokratik ve sosyalist hareketi ile Kürdistan Ulusal Kurtuluş Hareketini sürekli olarak zehirleyen bir merkez durumuna dönüşür. Cezaevlerinde ortaya çıkan Şahin-Yıldırım ihanet ekibinin, sadece Kürdistan Özgürlük Hareketi bünyesinde değil, tüm Kürdistan gerçekliği üzerinde kustuğu çok iyi bilinmektedir. Aynı ihanet ekibinin, teslimiyet ve ihaneti bütün örgütlerin bünyesinde egemen kılmak için Evren çetesi tarafından nasıl önder düzeyde görevlendirildiği ve "Genç-Kemalistler" biçiminde cezaevlerinden dışarıya nasıl adam yolladığı göz önüne getirilirse, buradaki tehlikenin hiç de küçümsenmemesi gerektiği, Kemalizm’in bu alanda bir hayli derinliğine kök saldığı; ama buna rağmen, muazzam bir direnişçilikle bu duruma karşılık vermenin de kesin bir zorunluluk olduğu kendiliğinden ortaya çıkacaktır.
Bu arada 70'li yılların başlarında kışla kültürünün Kuzey-Batı Kürdistan'daki milliyetçi yapılanmalar üzerindeki etkileri ve tahribatlarına da kısaca değinmek gerekir. Bu yıllarda Kuzey-Batı Kürdistan'da uzlaşmacılığın ve teslimiyetin büyük kuvveti, ulusal inkarcılığın dört başı mamur bir egemenliği hüküm sürmektedir. Böyle bir ortamda son derece zayıf bir ulusal sorun tartışması yapılmaktadır. Kürdistan'ın bu parçasında, Güney Kürdistan'dan kaynaklanan ilkel milliyetçiliğin zayıf bir soluğu esmektedir. Ama böyle bir milliyetçiliğin gücü ne olabilir? Hele hele 1970'lerin ortalarında yenilen, ezilen ve sonunda emperyalizme teslim olan bu milliyetçilik, çok daha gelişmiş objektif koşullara sahip olan Kuzeybatı Kürdistan'a ne verebilir? Kemalizm’in Kürdistan toplumuna yansıtıcıları olan son derece cılız Kürt küçük burjuva aydınlarının bu topluma verebilecekleri şey ne olabilir? Güney Kürdistan'dan kaynaklanan ilkel-milliyetçilikle reformist ve revizyonist Türkiye solunun Kuzey-Batı Kürdistan'daki izdüşümünden ibaret olan küçük-burjuva uzlaşmacılığı ne kadar gelişme sağlayabilir? "Özgürlük Yolu'nda ve "Rızgari'de dile gelen, "DDKO"da ve "DDKD"lerde örgütlenen bu "solculuk" ne kadar Kürdistanlılaşabilir? Kendisini Kürdistan'ın o yüzyıllardan beri gizli kalmış tarihine ne kadar dayandırabilir? Metropol kentlerine taşınan, orada Kemalizm’in imbiğinden geçirilen ve kışla kültürünün bir ürünü olarak ortaya çıkan küçük-burjuva aydınları, kendi öz gerçekliklerine ne kadar yönelebilirler? Özbenliklerine yönelmek bir yana, bunun için adım atacak cesaretleri olacak mıdır? Asimilasyon zırhını delmeye cesaret edebilecekler midir?
Buna inanmak son derece zordur, bir hayli zayıf bir olasılıktır bu. Çünkü bütün bunlar için her gün her saat kelle koltukta savaşmak gerekir. Ama bu aydınların birçoğunun içinden geldikleri sınıf ve tabakaların niteliği bellidir. Çoğu teslim alınmış aşiret ileri gelenlerinden ve toprak ağalarından gelmedirler. Zaten Ankara ve İstanbul gibi kentlerde, ancak aşiret reislerinin ve ağaların çocukları olan küçük-burjuva aydınları yüksek öğrenim görebilirler. Daha başından beri çok cılız bir biçimde doğan küçük-burjuva reformizmini temsil eden, son derece cılız ve teslim alınmış bir sosyal yapıya dayanan Abdülhamid'in aşiret reislerinin çocukları için İstanbul'da açtığı okullardan daha kötü temeller üzerinde kurulan sömürgeci eğitim kurumlarında, Kemalizm’in manevi katliamından geçirilen ve teslim alınan bu aydınların oluşturdukları "DDKO", "DDKD", "Özgürlük Yolu" ve "Rızgari" gibi yapılanmalar ne yapabilirler? Bu yıllarda bu tür yapılanmaları, Kemalist tarih ve politika içinde erimekten ya da Kemalizm’in soldan uzantıları haline gelmekten başka, bir ucu ölüm, öteki ucu ise teslimiyet olan bir ikilem arasında gidip gelmekten başka bir kader bekleyebilir mi? Kısacası ölüm çemberini kırarak devrimci direnişin sonsuz girdabında yaşamaya yetecek güçleri var mıdır? Bağımsız ve özgür temellerde ulusal kurtuluşun sınır tanımayan yoluna girilecek mi? 75'lerden sonra sorulan sorular bunlardır.
Türkiye Sosyalist Hareketine damgasını vuran 60 yıllık "sol", Kemalizm ve burjuvaziye kuyrukçuluk politikası aşılacak, tamamen devrimci-demokratik nitelikte olan bir gelişme yoluna girilecek midir? Reformizme karşı devrimcilik egemen kılınacak mıdır? Türkiye Sosyalist ve Demokratik Hareketinin olumlu bir tarzda yanıtlamakla yükümlü olduğu soru budur. Elbette bu konuda soylu çabaların varlığı inkâr edilemez. Yeni mezardan çıkmış olan ve aynı isimle siyasal arenaya giren TKP'den Dev-Yol' a kadar birçok örgütün bünyesinde bazı olumlu çıkışlar mevcuttur. Ama bu iyi niyetli çıkışlar kendi basma gerçek devrimci yola girmeye yetecek kadar güçlü müdür? Kürdistan sorununa ilişkin olarak da bazı iyi niyetli yaklaşımları görmek mümkündür. Ama bütün bunlar, TC'nin Kürdistan üzerindeki egemenlik zırhını delecek kadar, bu zırhı parçalayarak doğru yolda yürümeye yetecek kadar güçlü müdür? Hemen belirtelim ki, bunlar olumlu yanıtlamakta bir hayli zorlandığımız sorulardır.
Ama yine de maddi zemin üzerinde süregelen bir mücadele vardır ve bu yaşam mücadelesidir. Mücadelesiz yaşam olamaz, yaşamın mücadelesiz gelişmesi düşünülemez. Özellikle 1975-80 yılları, bu tür soruların giderek artan bir biçimde sorulduğu ve uygun yanıtlar verebilmek açısından gerek Türkiye ve gerekse Kürdistan'da mücadelenin yoğun bir biçimde sergilenmesi gerektiği yıllardır. Sorulan sorular bitip tükenmez, ama olumlu yanıtları da bir türlü tam olarak verilemez.
12 Mart darbesi ile devrimci hareketi ezen, tekel-dışı güçleri önemli ölçüde siyasal ve ekonomik güçten düşüren, devlette ve ekonomide tekelciliği artan oranda kökleştiren işbirlikçi-tekelci burjuvazi amaçlarına esas olarak ulaştığı için darbeyi kalıcı bir faşist-askeri diktatörlüğe dönüştürmemiş, yeniden sivil yönetime geçmede ciddi bir sakınca görmemiştir. Bunun sonucu olarak ifadesini Ecevit'in sahte sosyal-demokratçılığında bulan burjuva demokratik muhalefet iktidar olmuş, Ecevitçilik devletleşmiştir. 1980'li yıllara doğru gelindiğinde, Kemalizm’in bu yeni biçimi olan Ecevit solculuğu sendikalarda ve siyasal partilerde demokratik ve sosyalist hareketi boğma noktasına gelmiştir. Ecevitçilik, iktidar olmayı faşizmi geliştirme pahasına sağlamaya çalışmış, devrimci solla ve sosyalizme azgın bir biçimde saldırmıştır. Maraş Katliamı aynı iktidar döneminde tezgahlanmış, ardından hemen resmi sıkıyönetim ilanına başvurulmuş ve bir müddet sonra sıkıyönetim tüm ülke çapında yaygınlaştırılmıştır. Böylece askeri yönetime ve bu biçimde iktidar olan faşizme davetiye çıkarılmıştır. Bununla Ecevitçilik, en alçakça bir biçimde kendisini inkâr etmiş ve kendi sonunu kendi eliyle hazırlamıştır. Demirel'den bile daha alçakça bir biçimde kendi partisini ve rejimini kendi eliyle faşist generallere terk etmiştir. Dünyanın çeşitli ülkelerinde adı sosyal-demokrata çıkmış partiler ve liderleri belki bir ölçüde namuslu davranabilmişlerdir. Şili'de, Salvador Allende'nin ve Pakistan'da Zülfikar Ali Butto'nun faşist-askeri darbe karşısındaki tavırları buna örnek verilebilir. Ama Ecevitçilik, bu namusun tek bir damlasından bile yoksun olduğunu kanıtlamış, tek bir mermi sıkmadan faşizme teslim olmuştur. Kendisi teslim olmak bir yana, devleti ve demokrasinin kırıntılarını da faşizme teslim etmiş ve rahatça köşesine çekilip oturmuştur. Böylelikle devletin birliği ve bütünlüğüne en büyük iyilik ve hizmet, bu sosyal-demokrasi sahtekarlığı ve onun sahte solcu lideri tarafından yapılmıştır. Ve ordu içinde ve devletin öteki kurumlarında 1978'den itibaren tırmandırılan ve 12 Eylül'e doğru daha çok hız kazanan faşist gelişmenin, 12 Eylül 1980'de doruğa ulaşarak dört başı mamur bir askeri-faşist diktatörlükle noktalanmasına karşılık, kuyrukçu sol da Ecevitçilikle suç ortaklığı içinde devrime ve halka ihanet etmiştir. Solun reformizmde, kuyrukçulukta ve uzlaşmacılıkta utanmazca ısrarı, bu yüzden devrimci direnişçiliğe yönelmemesi, faşizme karşı halklarımızın birleşik direniş cephesini yaratma görevinden kaçması, Kürdistan halkının ulusal direnişe yönelip onun bitmez tükenmez direniş kaynağını açığa çıkaramaması, bütün bu konularda başarısızlık üstüne başarısızlığı söz konusudur. Ve sonuç; 12 Eylül'de Kenan Evren çetesinin devlet yönetimim gasp etmesi, Kemalizm’in bu sefer maddi zeminde ve üst yapıda tam bir faşist diktatörlük biçiminde hortlatılması ve zaferi olmuştur.
Görüldüğü gibi, Kemalizm’in bu biçimdeki gelişmesi sonucunda faşizmin zafer kazanması öyle kendiliğinden bir gelişme değildir. Mademki faşist gelişmeye karşı direnen bir devrim hareketi vardı karşı-devrime karşı bir devrim söz konusuydu o zaman devrimci güçler diye tabir edilen güçler, faşizm karşısında neden kollarını bile kıpırdatamayacak kadar hemen yenilgiyi kabul ettiler? Neden kendilerinden beklenen direnişi ortaya koyamadılar? Açık ki, durum hem Türkiye'de ve hem de Kürdistan'da solun dayandığı tarihsel temellerle çok yakından bağlantılıdır. Her şeyden önce bu güçler, halklarımızın bağımsız ve özgür temellerdeki çıkarlarını formüle eden programlara dayalı örgütlenmeler değillerdi. Tarihi anlamadılar, tarihle oynadılar. Devrimin ideolojik ve politik temellerini kavrayamadılar. Bununla oyun oynadılar.
Kimilerinin iddia ettiği gibi, solun yenilgisi sadece sol güçler arasındaki çekişme ve çatışmaların bir ürünü müdür? Hayır, değildir. Kendi gerçek sınıfsal dayanaklarını bulan ve ideolojik-politik temellerini sağlam bir biçimde atan sol güçler, neden kendi aralarında iyi anlaşmasınlar? Burjuvazi, kendi içinde devrime karşı temelde anlaştığına göre, aynı durum sol açısından da neden geçerli olmasın? Eğer gerçekten halkın çıkarları temsil ediliyorsa -ki halkın çıkarları en soylu çıkarlardır- neden sonuna kadar bu çıkarlara bağlı kalınmasın? ideolojileri ve programları bu çıkarlara yol gösteriyorsa doğru olan bu temellerde neden birleşmesinler? Eğer Türkiye'de sosyal-şovenizm zırhını delmişler ve Kürdistan'da uzlaşmacılığı aşmışlarsa, her iki ülkenin güçlerinin devrimci temellerdeki birlikleri neden mümkün olmasın? Eğer dürüstlerse sayıları bir hayli kabarık olan TKP benzeri örgütlerden biri niçin buna önderlik etmesin? Faşizmin canavarca işlediği suçların tüm halk kitlelerinde yarattığı kin ve öfke ortamında, neden sıradan birlikler bile geliştirilmesin? Eğer bu güçler gerçek sosyalizmi, demokrasiyi ve ulusal kurtuluşçuluğu temsil ediyorlardıysa, neden bunları yapamadılar? Yoksa kendileri yapmak istediler de hep Kürdistan Özgürlük Hareketi mi engel oldu? Ama Kürdistan Özgürlük Hareketi, henüz yeni doğmuştu. Daha bir yılını bile doldurmadan bu güçlerin kendisine karşı geliştirdiği "kutsal ittifaklarla’’ karşı karşıya kalmıştı. Bu güçler ittifaklar kurmak için toplantı üstüne toplantı düzenliyorlar, "UDG"ler teşkil ediyorlardı. Peki, neden bu çabalarında başarılı olamadılar? Hepsinin kovanına çomak sokan Kürdistan Özgürlük Hareketi miydi? Bu kadar güçlü müydü Kürdistan Özgürlük Hareketi? O halde bu güçler yukarıdaki soruları kendilerine sormalı ve dürüstçe yanıt vermelidirler.
Bu güçler, 12 Eylül faşizmi karşısında yenildikleri zaman tutarlı bir sınıf temelinden yola çıkmıyorlardı. İdeolojik ve politik temelleri yetersizdi, doğru değildi. Faşizme karşı çıkacak kadar güçlü olmaktan uzaktı. Gerek demokrasi ve gerekse sosyalizm sorununda devrimci değillerdi, revizyonist ve oportünist bir nitelik taşıyorlardı. Reformculukta ve -ister bilinçli ister bilinçsiz olsun- düzenin soldan kuyrukçusu olmada birleşmişlerdi. Bu yüzden ağır bir yenilgiye uğradılar.
Demokratik ve sosyalist örgütler olduklarını iddia eden güçler, gerçekten de böylesi örgütler olmanın gereklerini tam bir içtenlik ve devrimci dürüstlükle yerine getirmek istiyorlarsa, kendi içinde bütünleşmek ve kurumlaşmak isteyen 12 Eylül rejimine karşı neden her düzeyde başarılı direnmeler geliştirilmesin? Neden direniş örgütleri ve direniş birlikleri yaratılmasın? Eğer devrimci hareketin krizi ya da solun bunalımı olarak tabir edilen kriz ve bunalım bir türlü aşılamıyorsa, bunun en belli başlı nedeni solun kendi içsel, bünyesel zayıflıkları değil midir? Krizin ve bunalımın nedenlerini, solun dayandığı ideolojik ve politik muhtevada aramak gerekmez mi? "İyi geçinemedik, birbirimizle hep çatıştık" gibi birer sonuç olan şeylerle solun yenilgisinin nedenlerini tahlil etmek mümkün müdür? Peki, ama iyi geçinememenin nedenleri nelerdi?
Kendilerine demokratik ve sosyalist unvanlarını yakıştıran çeşitli güçler, gerçekten de taşıdıkları bu unvanlara layık mıdırlar? Hayır. Kürdistan Özgürlük Hareketi'nin gerçekçi tahlillerinden de açıkça anlaşılacağı gibi, Türkiye Sosyalist ve Demokratik Hareketi kendi içinde düzenle olan bağlarını tümüyle koparamadı. Demokrasi sorununda devrimci bir hata tam olarak yerleşemedi. Ulusal sorunda sosyal-şovenizmi ve reformizmi aşamadı. Halklarımızın bağımsız ve özgür temellerdeki birliğinin yaratılması konusunda dürüst davranmadı, yeterince kararlılık göstermedi ve üzerine düşeni yerine getirmekten kaçındı. Devrimci bir program geliştirmedi. Faşist karşı-devrimin terörüne devrimci şiddetle karşılık vermeye çalışırken ya terörizme ya da pasifizme düştü.
Sağda reformizm ve pasifizmin, solda ise bireysel terörizmin egemenliği, devrimci ve reformist kanatlarıyla birlikte Türkiye sosyalist ve demokratik hareketini sonuçta faşizm karşısında ezilmeye ve yenilgiye götürdü. Her iki sapmaya da düşmeden, tutarlı devrimci-demokratik bir programa, bir strateji ve taktikler dizisine sahip olamadıkları ve özünde halkın temel devrimci çıkarlarına sahip çıkamadıkları için sol güçler birleşemediler, örgütlenemediler ve faşizm karşısında darmadağın kaldılar. Her şeyden önemlisi proletaryanın öz örgütünü yaratamadılar, öz direnmelerini ortaya koyamadılar. Koyanlar ise bireysel olmaktan öteye gidemediler. Çok soylu direnmelerin de olduğunu asla inkâr etmiyoruz. Ama hangi örgüt bu direnmelere tam bir yeterlilikle sahip çıkabildi? Cezaevlerinde de güçlü direnişlere tanık olundu. Ama mevcut örgütler içinde hangisi bu direnişin altını çizerek, onu bir siyaset haline getirebildi? Hangi örgüt siyasetinin temel içeriğine cezaevi direnişlerini koyabildi, ona sahip çıktı ve onun gerekli kıldığı ideolojik ve politik yenilenmeyi gerçekleştirebildi? Belli ki bu yapılamadı, tersine cezaevlerinde direnen devrimciler sahipsiz bırakıldılar.
Tüm önerilerimiz ve dayatmalarımıza rağmen, bu örgütler geleceğe yönelik olarak faşizme karşı alternatif oluşturmada hangi programı ortaya çıkardılar? Direnmek istediler mi? Ve bunun için neleri temel aldılar? Sol hareketin yenilgisi üzerine edebiyat döktürmekten, yenilginin nedenleri konusunda birbirlerini suçlamaktan, bunun için sahte nedenler sergilemekten ve bunun doğal sonucu olarak yenilgi yıllarını en iyi bir okul yapmak yerine sosyal-demokratizmin, euro-komünizmin ve revizyonizmin değişik varyantlarını geliştirmekten öteye gidemediler. Bugün Avrupa'da 1970'lerin devrimci ruhundan, Türkiye soluna egemen olan devrimci değerlerden, Mahirler, Denizler ve İbrahimlerden geriye ne kalmıştır? Böyle bir alana tüneyenler, kokuşmuş bir gericiliğe hizmet etmekten, kişisel yaşamlarını güvenceye almaktan ve bunun için devrimcilere sövmekten başka ne yapıyorlar? Gericilikten başka neyle uğraşıyorlar? Kendi iğrençliklerini gizlemek için Kürdistan Özgürlük Hareketi'ne saldırmak Kürdistan Özgürlük Hareketi'nin etrafında yeniden tecrit ve imha duvarları oluşturmak neyi kurtarabilir? "Her şeyde bozgunculuk yapan, her işi bozan Kürdistan Özgürlük Hareketi'dir" demekle, acaba halka ve devrime yaptıkları ihaneti gizleyebilecekler mi? Bu ihanetin üstü ne zamana kadar örtülebilecek? Kürdistan Özgürlük Hareketi, "sol hareket, Kemalizm’in tarihsel temellerini aşamadığı, ideolojide ve politikada reformizmden uzaklaşamadığı için bu duruma düşmüştür" derken haksızlık mı yapmaktadır?
Peki, sözüm ona o Kürt sosyalist ve demokratik örgütlerinin durumu nedir? Ya bu yerli milliyetçilerimizin sosyal-şovenizmle birleşerek, her iki ulusun egemen sınıfların kendi aralarında kurdukları ittifakın bir benzerini de solda ortaya çıkarmalarına ne demeli? Bu konuda işbirlikçi Kürt egemen sınıflarını geride bırakmalarına ne ad verilmeli? Şimdiye dek bu güçler ulusal kurtuluşçulukta ne kadar ilerleme sağlayabildiler? Türk sömürgeciliğine karşı ne kadar direndiler? Cezaevlerindeki direniş pratiklerini ortaya koyabilirler mi? Her şeyi açıkça ortaya koyabilecek cesaretleri var mıdır? Hangi sömürge ülkenin devrimci ve yurtsever örgütleri, kendi merkez komiteleri, sekreterleri ve üyeleriyle birlikte, kuzey kutbuna bu kadar çok yakın bir yerde günlük yaşamlarının güvencesiyle uğraşmışlardır? Hangi sömürge ülkenin yurtsever evlatları bu kadar utanç verici bir duruma düşmüşlerdir? Halkımızın durumuna bakmadan daha kaç yıl oralarda kalacaklar? O alanlarda ürettikleri ideoloji ve politikaların içeriği nedir? Kürdistan gibi bir ülkede barış politikasının geçerli olabileceğine ve şiddetsiz bir devrimcilik yapılabileceğine gerçekten inanıyorlar mı? Kürdistan halkı devrimci şiddet olmaksızın, günlük kişisel ve ailesel çıkarını ve namusunu bile savunabilir mi? Ülkemizin mevcut somut ortamında, ulusal çıkarlar ve toplumumuzun uzun vadeli çıkarları barışçıl yöntemlerle nasıl savunulabilir? Belki de "biz, şimdi değil ama gelecekte şiddet kullanmayı düşünüyoruz" diyeceklerdir; diyelim ki şimdiye kadar on yılı böylece geçirdiler. Peki, daha kaç on yıl böyle yaşayacaklar? O zaman bunun için ömürleri yetebilir mi? Partilerin ve kişilerin değişim ve gelişim sürecindeki rolleri bu denli belirsiz bir geleceğe ertelenebilir mi? Ne zaman ortam güllük gülistanlık olacak da kendileri de Kürdistan'da arz-ı endam edecekler? Bu mümkün olabilir mi? Kürdistan'ın devrimci ve yurtsever güçleri olduklarına kimleri, daha ne zamana kadar inandırabilecekler? insanları ne zamana kadar kandırabilecekler? Bu tutumlarının gerisindeki kültür ve politika nedir?
Evet. Kürt küçük-burjuva reformistleri, 12 Eylül'e gelinceye kadar, Türkiye'nin metropol kentlerinde kışla kültürünü en zengin bir içerikle sundular. Şimdi de bunu Avrupa'da tamamlamaya çalışıyorlar. Belli ki hiçbir ülkenin yurtseveri ve demokratı böyle davranamaz, bu denli alçaltıcı durumlara düşemez, bu tür edebiyatları dökemez. Kürdistanlı hiçbir yurtsever ve demokrat, Kürdistan Özgürlük Hareketi'ni baş suçlu sandalyesine oturtup, kendisini namuslu ilan edemez. Haydi Kürdistan Özgürlük Hareketi görevini yapamadı diyelim, üzerine düşeni layıkıyla yerine getiremedi, hatta varsayalım ki Kürdistan Özgürlük Hareketi her şeyi bozdu. Ya Kürdistan Özgürlük Hareketi'nin yapamadığını kendileri neden gerçekleştiremediler? Mücadele meydanı açık değil mi? Kürdistan'ın kapılarını kendilerine kapatanlar mı vardır? Mevcut örgüt merkezleri ve sekreterlerini güçlü ordular kurmaktan ve bu meydanda savaşmaktan kimler alıkoyuyor? Küçük burjuva reformizminin kıdemli önderi olan Bay Burkay, bitimsiz bir çaba içinde birlikler oluşturuyor; "5"li, "6"lı birlikler kuruyor. Peki, bugüne kadar savaş meydanlarında dövüşecek kaç birim kurmuştur? Bu birlikler içinde kendisine ait kaç tane savaş eri vardır? Askeri birlikler bir yana, siyasal birliklerinin durumu nedir? Tüm bu soruların yanıtını vermek zorundadır.
Bu güçler, ne zaman Kuzey kutbundan inecekler? Kürdistan'dan on binlerce kilometre uzakta bulunmalarının nedeni Kürdistan Özgürlük Hareketi korkusu mudur? Kürdistan Özgürlük Hareketi mi Kürdistan'ı kendilerine zindan etti? Bunun böyle olmadığı açık değil midir? Kürdistan Özgürlük Hareketi'nin elinden bir iki dengesiz unsuru kurtarmak amacıyla Birleşmiş Milletler’e, İnsan Haklan Komisyonu'na başvurup ve tüm güçlerini bunun için seferber ederken, aynı şeyleri halkımız için neden yapmıyorlar? Avrupa ile Ortadoğu arasında bu kadar çok sayıda hava köprüsü kurmak için gerekli maddi kaynağı nereden sağlıyorlar? Bu kadar yüksek meblağlar tutan parayı kimler kendilerine veriyor? Paraları, pasaportları nereden ve nasıl alıyorlar? Yoksa malum birtakım çevrelerin finansmanı ve desteği olmadan kendi başlarına bütün bunları yapamayacaklarının bilinmediğini mi sanıyorlar? Eğer bir parça dürüstlükleri kalmışsa bu sorularımızı yanıtlamak zorundadırlar.
Bu solculuk ne tür bir solculuktur, bu ulusalcılık nemenem bir ulusalcılıktır? Sömürge bir ülkenin yurtsever insanı, yazarı, çizeri ve politikacısı böyle davranabilir mi? Ho Chi Minh, Castro ve Cabral gibi örnek alınıp izlenmesi gereken o büyük devrimciler ve yurtseverler nasıl yaşadılar? O zaman bu güçlerin durumunu sağcılıktan da öteye, teslimiyet rüzgârı önünde savrulup giden yapraklara benzetmemek mümkün müdür? Kürdistan Özgürlük Hareketi'nin kendisini dev aynasında gördüğü, kendi gücünü abarttığı türündeki iddiaları kendilerini kurtarmaya yetebilir mi? Bu sövgüleri ve çirkin demagojileriyle hitap ettikleri kitleleri daha ne zamana kadar ellerinde tutabileceklerini sanıyorlar? Yeter artık! Kürdistan'da yaptıkları yetmiyormuş gibi şimdi de yurtdışında devam ettirdikleri bu şarlatanlığa kesin bir son vermeleri gerekiyor.
Bu güçlerin içinde bulundukları mevcut durumun maddi temeli, kışla kültürünün bu kez Avrupa zemininde çiçek açması değil midir? Bu kaçış ve teslimiyet, kışla kültürünün kaçınılmaz bir sonucu değil midir? O kışla kültürü ki, bir türlü halkımıza mal ettirilemedi. Köylülerimiz var, merttir, yiğittir; köylerimiz var, mertliğin ve yiğitliğin kaleleridir. Dağlarımız var, hiçbir sömürgeci gücün kolay kolay fethedemeyeceği zapt edilmez kalelerdir. Neden Kürdistan dağlarına çıkmıyorlar? Oralarda yaşayan halkımız sayıca az mıdır? Coğrafyası mı elverişsizdir? Halkımız direnmek mi istemiyor? Eğer bu tür gerekçelerle kendilerini savunmaya kalkışırlarsa, belli ki dünyanın en adi yalancıları olacaklardır. Kürdistan halkı direniş diye bağırmıyor mu? Ülkesinin ve kendisinin sömürgeci zalimlerden kurtarılmasını istemiyor mu? Her gün, her saat bu çağrılan yinelemiyor mu? Örgütlerin önderleri, parti sekreterleri ve merkez komiteleri niçin bu çağrılara olumlu yanıt vermiyorlar? Neden Kürdistan'a dönmüyorlar? Eğer Kürdistan'a nasıl gelineceğini bilmiyorlarsa, biz kendilerine yardımcı olup getirelim. "Ama Kürdistan Özgürlük Hareketi, bizi vurabilir" diyorlarsa, bunun da kocaman bir yalan olduğunu söyleyeceğiz. Hayır, Kürdistan Özgürlük Hareketi kendilerini vurmayacak. Eğer istiyorlarsa kendileri için koruma birlikleri teşkil edecek. Yeter ki bu güçler birliklerini Kürdistan Özgürlük Hareketi'ne karşı değil, faşist sömürgeciliğe karşı kursunlar. Yeter ki siyasal kararlarını Kürdistan Özgürlük Hareketi'ne karşı mücadele üzerine değil, faşist sömürgeciliğe karşı direnme üzerine alsınlar...
Bu reformist çevreler, kendi aralarında kurdukları "5"li,"6"lı birlikleri şimdiye kadar nasıl harekete geçirdiler? Bu birlikler beş yıldır neler yaptılar, düşmana kaç tane mermi sıktılar. Dünyanın birçok sömürge ülkesinde, beş yıl gibi uzun bir süre içinde çeşitli birlikler kurulmuş, yine aynı süre içerisinde bu birlikler sömürgeci egemenliğe karşı küçümsenmeyecek savaşlar vermişlerdir. Ya kendi birlikleri düşmanla kaç kez savaşa tutuştu? Nerede, nasıl ve ne kadar direndi? Sadece askeri çatışmalar anlamında değil, siyasal anlamda da olsa faşist sömürgeciliğe karşı kaç tane çarpışma düzenlendi? Bunun için örnek sunabilmeleri mümkün müdür? Ama sıra Kürdistan Özgürlük Hareketi'ne karşı düşmanlık geliştirmeye gelince, hepsi birden birer aslan kesilebiliyorlar. Kürdistan Özgürlük Hareketi aleyhinde barut misali bildiriler dağıtıyorlar. Eğer güçleri yetebilse ve silahlarına güvenebilseler, ilk zaferlerini Kürdistan Özgürlük Hareketi'ne karşı kazanmaları işten bile değildir. Ama ne yazık ki, güçleri buna yetmiyor; çirkin sövgülerden öteye gidemiyor. O halde bu durumlarını nasıl izah edeceklerdir? Belki de kendileri kışla kültürünün siyasetleşmesinden küçük- burjuva aydın bozuntularında yansımasını bulan kışla kültürünün siyaset haline gelmesinden başka bir şey değillerdir. Belki de sosyalist ve demokratik sözcüklerini yanlış yere ağızlarına almışlardır. 27 Mayıs Anayasasının elverdiği koşullar içinde, "sol" Kemalizm’e ve Ecevit'in sahte sosyal demokratçılığına duydukları güvenden ötürü bu unvanları kendilerine takmışlardır; Kemalizm’e güvenerek, adlarını Kemal koymuşlardır. Ama bugünün Türkiye'sinde artık "sol" Kemalizm ve Ecevitçilik yoktur. Bu yüzden de zor durumda kalmışlardır. Şimdi ikircikli bir durumu yaşıyorlar sıkışıyorlar ve "bu neden böyle oldu?" diye soruyorlar. Nedeni var mı? Belli ki, ya gerçeği olduğu gibi ele alacaklar ve anlayacaklar ya da başlarını taşa çalacaklar, sahte ve rezilce bir yaşamın batağına yuvarlanıp gideceklerdir. Yoksa böyle demokratlık olamaz: Böyle ne yurtsever ne de sosyalist ya da komünist partisi olunabilir.
İnsanlık tarihi, insanlığın yürüdüğü yolun anlatısıyken bu anlatıyı tek şerit yolda şekillendiren, insanlık muhayyilesini tutsak eden düşünceler sistematiği ve kapitalist modernite bu dergide deşifre olacak.