Yazar: David Graeber
Devrim nedir? Eskiden devrimin ne olduğunu bildiğimizi sanırdık. Devrim; devrimin olduğu ülkedeki politik, toplumsal ve ekonomik sistemin doğasını, adil bir toplum tahayyülü temelinde dönüştürmeyi amaç edinmiş toplumsal güçlerin iktidarı ele geçirmesiydi. Şimdilerde ise öyle bir çağda yaşıyoruz ki isyancıların bir şehri kuşatmasında veyahut kitlesel ayaklanmaların bir diktatörü devirmesinde bile devrim pek olası değildir; köklü bir toplumsal dönüşüm gerçekleştiğinde -mesela feminizmin yükselişinde olduğu gibi- tamamen farklı bir biçim alması muhtemeldir ki bu devrimci hayallerin tükenmesi anlamına gelmemektedir. Daha ziyade, çağdaş devrimcilerin, Bastille’i basmanın modern zamanlardaki eşdeğeriyle devrimi hayata geçirebileceklerini pek düşünmemelerindendir. Böyle anlarda, genellikle bildiğimiz tarihe geri dönüp şu soruyu sormakta fayda vardır: Devrimler gerçekten de düşündüğümüz gibi miydi? Benim için bu soruyu en etkili şekilde soran kişi büyük dünya tarihçisi Immanuel Wallerstein’dır. Wallerstein, son çeyrek bin yıl boyunca devrimlerin her şeyden evvel politik sağduyunun küresel dönüşümlerinden oluştuğunu savunmaktadır.
Wallerstein, Fransız Devrimi sırasında dahi tek bir dünya pazarının -ve giderek artan bir şekilde- dev sömürge imparatorluklarının hâkim olduğu tek bir dünya siyasi sistemi olduğunu belirtir. Dolayısıyla, Bastille’e yapılan baskının Danimarka hatta ve hatta Mısır üzerinde Fransa’da bıraktığı –bazı durumlarda daha da derin- etki kadar etkisi olabilirdi. Bu nedenle Wallerstein, “1789 dünya devrimi”nden ve ardından Eflak’tan Brezilya’ya kadar elli ülkede neredeyse aynı anda devrimlerin patlak verdiği “1848 dünya devrimi”nden bahseder. Devrimciler hiçbir durumda iktidarı ele geçirmeyi başaramadılar, ancak daha sonra Fransız Devrimi’nden esinlenen kurumlar -özellikle evrensel temel öğretim sistemleri- hemen hemen her yerde uygulamaya konuldu. Benzer şekilde, 1917 Rus Devrimi; Sovyet komünizmi kadar New Deal ve Avrupa refah devletlerine de sebebiyet veren bir dünya devrimiydi. Devrim silsilesinin sonuncusu ise, (tıpkı 1848 devrimi gibi, Çin’den Meksika’ya kadar) hemen her yerde patlak veren, hiçbir yerde iktidarı ele geçirmeyen ama yine de her şeyi değiştiren 1968 dünya devrimiydi ki Mayıs 68, hem devlet bürokrasilerine karşıydı hem de kişisel ve politik özgürlüğün ayrılmazlığı için bir devrimdi. 68’nin en kalıcı mirası ise hiç şüphesiz modern feminizmin doğuşu olacaktı. Dolayısıyla devrimler küresel fenomenlerdir. Fakat küresellikten daha da fazlasını barındırırlar: devrimlerin esasen hayata geçirdiği, politikanın en nihayetinde neyle ilgili olduğuna dair temel varsayımları dönüştürmesidir. Bir devrimin akabinde, o güne kadar tamamen deli saçması addedilen fikirler bir anda tartışmanın kabul görmüş esas nüvesi haline gelir. Fransız Devrimi’nden evvel; değişimin iyi olduğu, dahası değişimi yönetmek için hükümet politikasının esaslı bir yol olduğu ve hatta hükümetlerin otoritesinin “halk” denen bir varlıktan neşet ettiği gibi fikirler, demagogların veyahut delilerin; en iyi ihtimalle zamanlarını salaş kafelerde tartışarak geçiren bir avuç özgür düşünceli entelektüellerin ağzından duyulacak sayıklamaklar olarak görülüyordu.
1968’e kadar dünya devrimlerinin çoğu gerçekten de sadece pratik iyileştirmeler getirdi: genişletilmiş imtiyaz, evrensel ilköğretim, refah devleti. Buna karşın 1968 dünya devrimi, ister Çin’de Mao’nun Kültür Devrimi’ni destekleyen öğrenciler ile genç kadroların isyan biçimini alsın; ister Berkeley ve New York’ta öğrencilerin, üniversiteleri terk edenlerin ve kültürel isyancıların ittifakı biçimini alsın; hatta isterse, Paris’te öğrenciler ve işçilerin ittifakı biçimini alsın, bürokrasiye, konformizme ve insanın hayal gücüne ket vuran her şeye karşı -sadece siyasi veya ekonomik hayatla yetinmemiş- bir isyan, insan varlığının her yönünün devrimcileştirilmesi projesiydi. Nitekim, isyancılar devlet aygıtını ele geçirmeye bile yeltenmediler; daha ziyade devlet aygıtının kendisini bir problem olarak gördüler.
Bugünlerde altmışlı yılların sonlarındaki toplumsal hareketleri yüz kızartıcı kara bir leke olarak görmek oldukça revaçta. Politik alanda, politik sağduyudaki genel değişimden -bireysel özgürlük, hayal gücü ve arzu ideallerine öncelik verilmesi; bürokrasiye duyulan nefret ve hükümetin rolüne ilişkin şüpheler- doğrudan yararlanan tarafın siyasi Sağ olduğu su götürmez bir gerçektir. Altmışlı yılların hareketleri, on dokuzuncu yüzyıldan beri ekseriyetle terk edilmiş serbest piyasa doktrinlerinin kitlesel bazda yeniden canlanmasını sağlamıştır. Ergenlik yıllarında Çin’de Kültür Devrimi’ni gerçekleştiren neslin; kırk yaşında, kapitalizmin ortaya çıkışında başı çeken nesil olması tesadüf değildir. Seksenli yıllardan bu yana, “özgürlük”, “piyasa” anlamına gelmeye başlamış; “piyasa” ise kapitalizmle özdeşleşmiştir (hatta ironik bir şekilde, Çin gibi bin yıllık gelişkin piyasalara hâkim olan fakat nadiren kapitalizmle tanımlanan yerlerde bile). İroniler saymaklar bitmez: yeni serbest piyasa ideolojisi, kendisini her şeyden evvel bürokrasinin reddi olarak tanımlamış olsa da, esasen kamu ve özel bürokrasilerin bitimsiz katmanlaşmasıyla küresel ölçekte işleyen ilk idari sistemdir: Dünya Bankası, DTÖ, ticaret örgütleri, finans kurumları, ulusötesi şirketler, STK’lar. Ki bu sistem tam da serbest piyasa ortodoksluğunu dayatan ve Amerikan silahlarının gözetiminde dünyayı finansal yağmaya açan sistemdir. 1998-2003 yılları arasında zirveye ulaşmış Küresel Adalet Hareketi’nin, küresel bir devrimci hareketi yeniden yaratmaya yönelik atılan ilk adımı, küresel bürokrasinin egemenliğine karşı bir isyan olmasıyla bir anlam kazanmıştı.
“Gelecek Durağı”
Yine de geriye dönüp bakıldığında, gelecek kuşak tarihçilerinin, altmışlı yılların devrim mirasının şu anda hayal ettiğimizden daha derin olduğunu; dahası 1991’de Sovyetler Birliği’nin çöküşünün akabinde oldukça mühim ve kalıcı gözüken kapitalist piyasaların ve bu piyasaların birtakım küresel yöneticilerinin-uygulayıcılarının zaferlerinin esasen bir hayli sığ oldukları sonucuna varacaklarını düşünmekteyim.
Oldukça bariz bir örnek vereceğim. Altmışlı yılların sonu ve yetmişli yılların başındaki savaş karşıtı protestoların, ABD’nin Çinhindi’nden çekilmesine pek de fayda etmediği, en nihayetinde başarısız olduğunu sık sık duymuşsunuzdur. Ancak daha sonra, ABD dış politikacıları, benzer bir halk tepkisiyle karşılaşmaktan ve hatta yetmişli yılların başında dağılmak üzere olan ordunun kendi içindeki huzursuzluktan o kadar endişe duydular ki, neredeyse otuz yıl boyunca ABD silahlı güçlerini herhangi bir büyük kara çatışmasına sokmaktan imtina ettiler. Meşhur “Vietnam sendromu”nun tamamıyla aşılması için ABD topraklarında binlerce sivilin ölümüne sebebiyet veren 11 Eylül saldırısı gerekti ki o zaman bile savaş planlayıcıları savaşların protestoları boşa çıkarmasını sağlamak için neredeyse saplantılı bir çaba sarf ettiler. Propagandanın ardı arkası kesilmedi: medya savaşa dahil edildi, uzmanlar ceset torbası sayıları (kitlesel muhalefeti harekete geçirmek için daha kaç Amerikalı bedenin ölmesi gerektiği) konusunda kesin hesaplamalar yaptı ve angajman kuralları sayıyı mevcut sayının altında tutmak için dikkatle yazıldı.
Sorun şuydu ki, söz konusu angajman kuralları ABD askerlerinin ölüm ve yaralanmalarını minimumda tutmak için binlerce kadın, çocuk ve yaşlının “ikincil zarar” olarak kayda geçtiğinden, Irak ve Afganistan’da işgalci güçlere yönelik yoğun nefretin ABD’nin askeri hedeflerine ulaşamamasını neredeyse garanti altına alacağı anlamına geliyordu. Ve dikkat çekici bir şekilde, savaş planlayıcıları bunun farkında gibi görünüyordu ki bu hiç de önemli değildi. İçeride etkili bir muhalefeti önlemenin savaşı gerçekten kazanmaktan çok daha mühim olduğunu düşünüyorlardı. Sanki Irak’taki Amerikan güçleri Abbie Hoffman’ın hayaleti tarafından nihai olarak yenilgiye uğratılmış gibiydi.
Açıkçası, altmışlı yıllardaki savaş karşıtı hareketin 2012 yılında halen ABD askeri planlamacılarının elini kolunu bağlıyor olması pek de başarısızlık olarak değerlendirilemez. Lakin, bu durum ilgi çekici bir soruyu gündeme getirmektedir: Söz konusu başarısızlık duygusunun, sisteme karşı politik eylemin bütünüyle etkisiz olduğu duygusunun yaratılması, iktidardakilerin başlıca amacı haline gelirse ne olur?
Toplumsal hareketlere yönelik bu önleyici tutum, savaşların ve ticaret zirvelerinin, etkili bir muhalefeti engellemenin, savaşın veya zirvenin başarısından daha öncelikli bir şekilde tasarlanması, gerçekten daha genel bir ilkeyi yansıtıyor olabilir mi? Peki ya sistemi şu anda yönetenler, ki bunların çoğu altmışlardaki atmosferden kolayca etkilenebilen gençler olarak ilk elden tanıklık etmiş kişiler, bilinçli ya da bilinçsiz olarak (ki bunun bilinçli olmaktan çok bilinçsiz olduğundan şüpheleniyorum) bir kez daha hâkim olan sağduyuya meydan okuyan devrimci toplumsal hareketler ihtimaline kafayı takmışlarsa? Bu düşünce ilk olarak 2002’de Washington, D.C.’deki IMF eylemlerine katıldığımda aklıma geldi. Tam da 11 Eylül’ün hemen ertesinde, görece az sayıda ve etkisizdik, polis sayısı ise ezici boyutlardaydı. Toplantıları durdurmayı başarabileceğimize dair hiçbir his yoktu. Çoğumuz belli belirsiz bir depresyon hissiyle oradan ayrıldık.
Ancak birkaç gün sonra, toplantılara katılan arkadaşları olan biriyle konuştuğumda, gerçekten de birilerini rahatsız ettiğimizi öğrendim: polis o kadar sıkı güvenlik önlemleri almış, etkinliklerin yarısını iptal etmişti ki, toplantıların çoğu internet üzerinden gerçekleştirilmişti. Başka bir deyişle hükümet, IMF toplantılarının yapılmasında ziyade protestocuların kendilerini başarısız hissedip gitmelerinin çok daha önemli olduğuna karar vermişti. Düşünecek olursanız, protestoculara olağanüstü bir önem atfediyorlardı. Bu pek çok şeyi açıklayabilir. Dünyanın büyük bölümünde son otuz yıl neoliberalizm çağı olarak biliniyor; serbest piyasalar ile genel olarak insan özgürlüğünün nihai olarak aynı şey olduğunu savunan ve uzun zamandır terk edilmiş olan on dokuzuncu yüzyıl inancının yeniden canlanmasının hâkim olduğu bir çağ. Neoliberalizm her zaman merkezi bir paradoksla boğuşmuştur. Ekonomik zorunlulukların diğer tüm zorunluluklara göre öncelikli olduğunu ilan eder. Siyasetin kendisi, pazarın büyüsünün işini yapmasına izin vererek ekonomiyi büyütmek için gerekli koşulları yaratmaktan ibarettir. Diğer tüm umutlar ve hayaller -eşitlik, güvenlik- ekonomik üretkenliğin birincil hedefi için feda edilmelidir. Fakat, son otuz yıldaki küresel ekonomik performans kesinlikle vasat haldeydi. Bir ya da iki çarpıcı istisna dışında (özellikle neoliberal reçetelerin çoğunu önemli ölçüde göz ardı eden Çin), büyüme oranları ellili, altmışlı ve hatta yetmişli yılların eski moda, devlet güdümlü, refah devleti odaklı kapitalizm günlerindekinin çok altında kalmıştı. O halde, kendi standartları düşünüldüğünde, proje 2008 çöküşünden önce bile büyük bir başarısızlıktı.
Öte yandan, dünya liderlerinin sözlerine inanmayı bırakıp neoliberalizmi siyasi bir proje olarak düşünürsek, birdenbire olağanüstü etkili görünmeye başlar. Davos veya G20 gibi zirvelerde belirli aralıklarla bir araya gelen politikacılar, CEO’lar, ticaret bürokratları ve benzerleri; dünya sakinlerinin çoğunluğunun ihtiyaçlarını karşılayan (umut, mutluluk, güvenlik veya anlam üretmek bir yana) bir dünya kapitalist ekonomisi yaratma konusunda berbat bir iş çıkarmış olabilirler, ancak dünyayı kapitalizmin -ve sadece kapitalizmin değil, tam olarak şu anda sahip olduğumuz finansallaşmış, yarı feodal kapitalizmin- uygulanabilir tek ekonomik sistem olduğuna ikna etme konusunda muazzam bir başarı elde etmişlerdir. Düşünürseniz, bu kayda değer bir başarıdır.
Peki nasıl oldu da bunu başarabildiler? Toplumsal hareketlere yönelik takınılan önleyici tavrın bunun bir parçası olduğu açıktır ki bu, birtakım “güvenlik sistemlerine” yapılan neredeyse akıl almaz yatırımları açıklamayı elverişli kılmaktadır: öyle pek de büyük bir rakibi olmayan ABD’nin ordusuna ve istihbaratına Soğuk Savaş sırasında harcadığından çok daha fazla para harcamasının yanı sıra özel güvenlik ajansları, istihbarat teşkilatları, militarize edilmiş polis, muhafızlar ve paralı askerlerin neredeyse göz kamaştırıcı birikimi. Dahası, altmışlı yıllardan önce var olmayan devasa bir medya endüstrisi de dahil olmak üzere, polisi öven propaganda organları var. Çoğunlukla bu sistemler muhaliflere doğrudan saldırmaktan ziyade, dünyayı değiştirme düşüncesini boş bir hayal gibi gösteren yaygın bir korku, şovenist uyumlanma, yaşam güvensizliği ve basit bir umutsuzluk iklimine katkıda bulunur. Burada es geçilmemesi gereken nokta güvenlik sistemlerinin son derece pahalı oluşudur. Bazı ekonomistlerin tahminlerine göre Amerikan nüfusunun dörtte biri şu ya da bu şekilde “bekçilik/muhafızlık”[guard labor] yapıyor; mülkleri koruyor, işleri denetliyor ya da diğer Amerikalıları hizada tutuyor. Ekonomik açıdan, böylesine bir disiplin aygıtının çoğu tamamen ölü ağırlıktır. Aslında, son otuz yılın ekonomik yeniliklerinin çoğu ekonomik olmaktan çok politik olarak anlamlıdır. Güvencesiz sözleşmeler için ömür boyu garantili istihdamı ortadan kaldırmak daha verimli bir işgücü yaratmaz; lakin sendikaları yok etmede ve emeği başka türlü depolitize etmede olağanüstü etkilidir. Aynı şey çalışma saatlerinin durmaksızın artırılması için de söylenebilir. Haftada altmış saat çalışan hiç kimsenin politik faaliyetlere ayıracak ekstra zamanı yoktur.
Kapitalizmi mümkün olan tek ekonomik sistemmiş gibi gösteren bir seçenek ile kapitalizmi gerçekten daha makul ve uygulanabilir bir ekonomik sistem kılacak başka bir seçenek arasında bir seçim yapmak gerektiğinde, neoliberalizm her zaman birincisini seçmek anlamına gelir. Ortak sonuç ise insan hayal gücüne karşı yürütülen amansız bir kampanyadır. Daha açık olmak gerekirse: hayal gücü, arzu, bireysel yaratıcılık, son büyük dünya devriminde özgürleşecek olan tüm bu şeyler, tamamıyla tüketimcilik alanına veya belki de internetin sanal gerçekliklerine hapsedilecekti. Diğer tüm alanlarda kesinlikle yasaklanacaklardı. Burada hayallerin öldürülmesinden, alternatif bir gelecek duygusunu bastırmak için tasarlanmış bir umutsuzluk aygıtının dayatılmasından bahsediyoruz. Yine de neredeyse tüm çabalarını tek bir siyasi perspektiften harcamalarının bir sonucu olarak, tam da herkesin başka bir sistemin mümkün olamayacağı sonucuna vardığı anda, kapitalist sistemin gözlerimizin önünde çöküşünü izlemek gibi tuhaf bir durumla karşı karşıya kaldık.
Çalış ve Yavaşlat!
Normalde, mevcut ekonomik ve politik sistemin mümkün olan tek sistem olduğu şeklindeki geleneksel akla meydan okuduğunuzda alacağınız ilk tepki, alternatif bir sistemin nasıl işleyeceğine dair, finansal araçların doğasına, enerji kaynaklarına ve kanalizasyon bakım politikalarına kadar ayrıntılı bir yol haritası talebidir. Ardından, sizden bu sistemin nasıl hayata geçirileceğine dair ayrıntılı bir program istenmesi muhtemeldir. Tarihsel olarak bu bir hayli çok saçma çünkü toplumsal değişim ne zaman birinin yol haritasına göre gerçekleşmiştir ki?
Sanki Rönesans Floransa’sında küçük bir vizyoner çevre “kapitalizm” adını verdikleri bir şey tasarlamış, borsanın ve fabrikaların bir gün nasıl çalışacağına dair ayrıntıları çözmüş; ardından vizyonlarını gerçekleştirmek için bir program uygulamaya koymuş gibi. Aslında bu fikir o kadar saçma ki, değişimin bu şekilde başlayacağını hayal etmek nasıl oldu da aklımıza geldi diye kendimize sorabiliriz ki bu ütopik vizyonlarda bir şeylerin tamamen yanlış olduğu anlamına gelmez. Sadece yol haritaların yerli yerinde tutulması gerekiyor. Teorisyen Michael Albert, modern bir ekonominin demokratik ve katılımcı bir temelde para olmadan nasıl işleyebileceğine dair hayli ayrıntılı bir tasarıda bulunmuştu. Bu tasarının önemli bir işi başardığını düşünüyorum, lakin bu modelin tam anlamıyla Albert’in tarif etmiş olduğu biçimiyle kurulabileceğini düşündüğüm için değil; daha ziyade böylesine bir şeyin düşünülmezliğini boşa çıkarttığı için anlamlı buluyorum. Nitekim, böylesine tasarılar-modeller sadece düşünce deneyleri olarak varlık bulabilir. Özgür bir toplum inşa etmeye başladığımızda ortaya çıkacak sorunları gerçekten tasavvur edemeyiz. Şu an için oldukça zorlayıcı gözüken sorunlar hiç de sorun oluşturmayabilir; aklımıza bile gelmeyen başka sorunlar ise şeytani derecede zor olabilir. Sayısız X faktörü vardır.
En bariz olanı ise teknolojidir. Rönesans İtalya’sındaki “aktivistlerin” borsa ve fabrikalar için bir model geliştirdiklerini hayal etmenin bu kadar saçma olmasının nedeni de budur. (Olan bitenleri öngöremezlerdi) Bu durum, anarşist bir topluma dair en çarpıcı vizyonun neden bilim kurgu yazarlarınca (Ursula K. Le Guin, Starhawk, Kim Stanley Robinson) üretildiğini açıklayabilir. Kurguda, en azından teknolojik yönün bir tahmin işi olduğunu kabulleniyorsunuz.
Kendi adıma ise, özgür bir toplumda ne tür bir ekonomik sisteme sahip olmamız gerektiğine karar vermekten ziyade, insanların bu tür kararları kendileri için alabilecekleri araçları yaratmakla ilgileniyorum. Sağduyulu bir devrim gerçekte neye benzeyebilir? Bilmiyorum, ancak özgür bir toplum yaratmak istiyorsak, kesinlikle meydan okunması gereken bir dizi geleneksel bilgelik lafazanlığı sıralayabilirim. Bunlardan bazılarına dair (para ve borcun doğası) yakın tarihli bir kitabımda [Borç İlk 5,000 Yıl, David Graeber, Everest, 2015. -çn.] detaylı bir şekilde ele almıştım. Hatta bir borç affı, genel bir iptal bile önerdim, paranın aslında sadece bir insan ürünü, doğası gereği her zaman yeniden müzakere edilebilecek bir dizi vaat olduğunu açıklığa kavuşturmak için.
Geriye sadece insanların yapabileceği türden bir iş kalırdı: Wall Street’i İşgal Et’in başlamasına neden olan krizin tam merkezinde yer alan bakım ve yardım emeği biçimleri. İlkel çalışma biçimi bir üretim hattında, buğday tarlasında, demir dökümhanesinde veya hatta bir ofiste çalışmak olduğu gibi davranmayı bıraksak ve bunun yerine bir anneden, bir öğretmenden ya da bir bakıcıdan yola çıksak ne olurdu? İnsan hayatının asıl meselesinin “ekonomi” denen şeye (üç yüz yıl önce var olmayan bir kavram) katkıda bulunmak olmadığı, hepimizin her daim ortak yaratım projeleri olduğumuz gerçeği olduğu sonucuna varmak zorunda kalabiliriz. Emek de benzer şekilde yeniden müzakere edilmelidir. Kendini iş disiplinine teslim etmek -denetim, kontrol, hatta hırslı serbest meslek sahiplerinin öz denetimi- kişiyi daha iyi bir insan yapmaz; muhtemelen kişiyi daha da kötüleştirir. Böylesi bir şeye maruz kalmak, en iyi ihtimalle kimi zaman için elzem bir talihsizliktir. Ancak böyle bir emeğin kendi içinde erdemli olduğu fikrini reddettiğimizde, emeğin nesinin erdemli olduğunu sormaya başlayabiliriz. Bunun cevabı da açıktır. Emek başkalarına yardım ediyorsa erdemlidir. Üretkenliğin yeniden müzakere edilmiş tanımı, işin doğasını yeniden hayal etmeyi kolaylaştırmalıdır; çünkü, diğer şeylerin yanı sıra, teknolojik gelişmenin daha fazla tüketici ürünü ve daha disiplinli emek yaratmaya değil, emek biçimlerini tamamen ortadan kaldırmaya yönlendirilmesi anlamına gelecektir.
Şu anda muhtemelen en acil ihtiyaç, üretkenlik motorlarını yavaşlatmaktır. Bunu söylemek garip gelebilir -her krize verdiğimiz ani tepki, çözümün herkesin daha fazla çalışması olduğunu varsaymaktır, ancak elbette böylesine bir tepki aslında sorunun kendisidir- ancak dünyanın genel durumunu göz önünde bulundurursanız, sonuç bariz ortadadır. Görünüşe göre iki çözülmez sorunla karşı karşıyayız. Bir yanda, yetmişli yıllardan bu yana giderek daha da ağırlaşan ve toplam borç yükünün -devlet, belediye, şirket, kişisel- açıkça sürdürülemez olduğu noktaya varan, sonu gelmeyen bir dizi küresel borç krizine tanık olduk. Öte yandan, tüm gezegeni kuraklık, sel, kaos, açlık ve savaşa sürüklemekle tehdit eden ekolojik bir kriz, dörtnala giden bir iklim değişikliği süreci var. Bu ikisi birbiriyle alakasız görünebilir ancak nihayetinde aynıdırlar. Sonuçta borç, gelecekteki üretkenlik vaadinden başka nedir ki? Küresel borç seviyelerinin yükselmeye devam ettiğini söylemek, bir kolektivite olarak insanların gelecekte şu anda ürettiklerinden daha fazla miktarda mal ve hizmet üreteceklerine dair birbirlerine söz verdiklerini söylemenin başka bir yoludur. Ancak mevcut durum bile açıkça sürdürülemez. Gezegeni giderek artan bir hızla yok eden şey tam da budur.
Sistemi yönetenler bile, bir tür kitlesel borç iptalinin -bir tür jübile- kaçınılmaz olduğu sonucuna isteksiz de olsa varmaya başladılar. Esas politik mücadele, bunun alacağı biçim konusunda olacak. Peki, her iki sorunu aynı anda ele almak çok bariz bir şey değil mi? Neden mümkün olduğunca geniş kapsamlı küresel bir borç iptali ve ardından çalışma saatlerinde kitlesel bir azalma olmasın ki: belki dört saatlik bir iş günü veya garantili beş aylık bir tatil? Bu sadece gezegeni kurtarmakla kalmayıp (herkesin yeni bulduğu özgürlük saatlerinde öylece oturup durmayacağı için) aynı zamanda değer yaratan emeğin gerçekte ne olabileceğine dair temel kavramlarımızı değiştirme konusunda işimizi kolaylaştırabilir.
Occupy eylemi talepte bulunmamakta kesinlikle haklıydı, ancak eğer bir talep formüle etmem gerekseydi, bu tam olarak borcun iptali olurdu. Nitekim, borç iptali talebi, egemen ideolojinin kalbine yapılmış bir saldırı olurdu. Borç ahlakı ve çalışma ahlakı, mevcut sistemi yönetenlerin elindeki en güçlü ideolojik silahlardır. Bu yüzdendir ki diğer her şeyi yok ederken bile bu silahlara sarılıyorlar. Borçların iptalinin mükemmel bir devrimci talep olmasının nedeni de budur.
Tüm bunlar hala uzak bir geleceğe aitmiş gibi görünebilir. Şu anda gezegen, böyle bir dünyaya giden yolu açacak kapsamlı bir ahlaki ve siyasi dönüşümden ziyade, bir dizi eşi benzeri görülmemiş felakete hazır görünüyor olabilir. Eğer, söz konusu felaketleri engellemek için şansımız olacaksa, alışageldiğimiz düşünme biçimlerimizi terk etmememiz gerekecek. Dahası, 2011 olaylarının da gösterdiği gibi, devrimler çağı hiçbir şekilde sona ermiş değil. İnsanın hayal gücü inatla ölüme meydan okuyor. Ve önemli sayıda insan, aynı anda, kolektif hayal gücüne vurulan prangalardan kurtulduğu anda, politik açıdan neyin mümkün olup olmadığına dair en derinden telkin edilmiş varsayımlarımızın bir gecede yerle bir olduğunu görecektir.
Kaynak: David Graeber Institute - https://davidgraeber.org
İnsanlık tarihi, insanlığın yürüdüğü yolun anlatısıyken bu anlatıyı tek şerit yolda şekillendiren, insanlık muhayyilesini tutsak eden düşünceler sistematiği ve kapitalist modernite bu dergide deşifre olacak.