Görünmez Komite[Comité invisible] tarafından kaleme alınan A nos amis[Dostlarımıza] (2014) adlı kitabın “OMNIA SUNT COMMUNIA” bölümünün çevirisini siz okurlarımıza sunuyoruz.
OMNIA SUNT COMMUNIA*
Görünmez Komite
*Lat.: Her şey ortaktır.
I. Komün Geri Dönüyor!
II. Bir Devrimci Olarak Yaşamak
III. Ekonomiyi Alt Etmek
IV. Ortak Güçte Yer Almak
I. Komün Geri Dönüyor!
Koyu liberal Mısırlı bir yazar, Tahrir Meydanı’nın ilk günlerinde şunları yazmıştı: “Tahrir Meydanı’nda gördüğüm insanlar yeni Mısırlılardı ve alıştığım Mısırlılarla ortak hiçbir yanları yoktu. Sanki devrim Mısırlıları daha yüksek bir biçimde yaratmış gibiydi [...] Sanki devrim Mısırlıları sadece korkularından arındırmakla kalmamış, aynı zamanda onların toplumsal kusurlarını da sağaltmıştı. Tahrir Meydanı Paris Komünü’ne dönüşmüştü. Rejimin otoritesi yerle bir olmuş; yerini halkın otoritesine bırakmıştı. Meydanı temizlemek, seyyar tuvalet ve lavabo kabinlerini kurmak için her yerde komiteler kurulmuştu. Gönüllü doktorlar ise sahra hastanesi kurmuştu. Oakland’da Occupy hareketi Oscar Grant Plaza’yı işgal etmiş ve “Oakland Komünü”nü kurmuştu. İstanbul’da ise, daha ilk günlerde ortaya çıkmakta olan komün için “Taksim Komünü’’nden daha iyi bir isim düşünülemezdi. Devrimin bir gün hasbelkader Taksim’den başlamayacağını; devrimin orada fiilen var olduğunu, burada ve şimdi coşkulu içkinliğiyle var olduğunu söylemenin bir yoluydu bu. Eylül 2012’de, Nil Deltası’ndaki 3.000 nüfuslu yoksul bir köy olan Tahsin, Mısır devletinden bağımsızlığını ilan etti. “Artık vergi ödemeyeceğiz. Artık okullar için para ödemeyeceğiz. Kendi okullarımızı kendimiz işleteceğiz. Çöplerimizi toplayacağız ve yollarımızın bakımını kendimiz yapacağız. Olur da bir devlet çalışanı bize yardım etmek dışında başka bir amaçla köye ayak basarsa, onu topraklarımızdan defedeceğiz” dediler. 1980’lerin başında Oaxaca’nın yüksek dağlarında, kendi yaşam biçimlerinin ayırt ediciliğini formüle etmeye çalışan Yerliler “komünalite” kavramında ortaklaştılar. Yerliler için komünal yaşam hem geleneklerinin esaslarına bağlı kalmak hem de “halkların etik yeniden inşası” şiarıyla kapitalizme karşı çıkmak demekti. Son yıllarda ise PKK’nin Murray Bookchin’in özgürlükçü komünalizmini benimsediğini ve bir Kürt devleti inşa etmek yerine kendilerini bir komünler federasyonuna dönüştürdüklerini gördük.
Komün ölmüş değil, üstelik geri dönüyor! Ve bu geri dönüş tesadüf değil çünkü tam da devlet ve burjuvazinin tarihsel güçler olarak sönümlendiği anda geri dönüyor. Nitekim Fransa’yı 11. yüzyıldan 13. yüzyıla kadar sarsan komünalist isyan hareketine son veren tam da devletin ve burjuvazinin ortaya çıkışıydı. O halde komün, kiralık bir kent veya özyönetim kurumlarıyla donatılmış bir kolektivite değildir. Komün, şu ya da bu otorite tarafından, genellikle savaş sonrasında tanınmış olsa da, var olmak için bir otoritenin kendini tanımasına ihtiyacı yoktur. Her zaman bir tüzüğe sahip olmasına bile gerek yoktur ki tüzük olduğunda da herhangi bir siyasi veya idari yapının mevcudiyetine genellikle ihtiyaç duymaz. Komün’ün bir belediye başkanı olabilir ya da olmayabilir. Komünü oluşturan; bir şehrin, kasabanın ya da kırsal alanın sakinlerinin bir bütün olarak bir arada durmak için birbirlerine ettikleri karşılıklı yemindir. 11. yüzyıl Fransa’sının kaos ortamında komün, birbirlerine yardım sözü vermeyi, birbirlerini kollamayı ve Ezen’e karşı omuz omuza çarpışmayı taahhüt etmeyi içeriyordu ki bu da kelimenin tam anlamıyla bir “conjuratio(ortak yemin)”ydu. Şayet kraliyet hukukçuları sonraki yüzyıllarda komünlerden kurtulmanın bir yolu olarak komünleri illegallikle ilişkilendirmeye başlamasalardı, conjuratio’lar onurlu bir şey olarak kalacaktı. Unutulmuş bir tarihçi bunu özetle şöyle ifade eder: “Yemin yoluyla birlik olmasaydı, komün olmazdı ve bu birlik, bir komün olması için yeterliydi. Komün, ortak yeminle tam olarak aynı anlama geliyordu.” Yani komün, dünyayla birlikte mücadele etmek için yapılan bir anlaşmaydı. Kişinin özgürlüğünün kaynağı olarak kendi ortak güçlerine güvenmesi anlamına geliyordu. Bu durumda amaçlanan şey bir varlık değil, niteliksel bir bağ ve dünyada var olma biçimiydi. Burjuvazinin tüm makamları ve tüm serveti tekeline almasıyla ve devlet hegemonyasının konuşlandırılmasıyla patlamaktan başka bir çaresi olmayan bir anlaşmaydı. Komünün uzun süredir kayıp olan, kökensel, orta çağdan kalma anlamı, 1871’de Paris Komünü’nün federalist fraksiyonunca bir şekilde yeniden keşfedildi. Stalinist bürokrasi tasfiye etmeye karar verene kadar Bolşevik devriminin unutulmuş öncüsü olan Sovyet komünleri hareketinden Huey P. Newton’ın 1980’de Güney Kore’deki Kwangju Komünü aracılığıyla “devrimci interkomünalizm”e kadar, o zamandan beri periyodik olarak yeniden ortaya çıkan da aynı anlamdır. Komün ilan etmek her zaman tarihsel zamanın menteşelerini kırmak, teslimiyetlerin umutsuz sürekliliğinde, günlerin anlamsız ardışıklığında, her birinin yaşamaya devam etmek için verdiği kasvetli mücadelede bir delik açmaktır. Komün’ü ilan etmek, hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağı bir yerde başkalarıyla bağ kurmayı kabul etmektir.
II. Bir Devrimci Olarak Yaşamak
Gustav Landauer şöyle yazmıştır: “İnsanların komünal yaşamında mekâna uygun tek bir yapı vardır: komün ve komünler konfederasyonu. Komünün sınırları mantıklıdır (doğal olarak orantısızlığı dışlar, ancak münferit durumlarda mantıksızlığı veya garipliği dışlamaz): bittiği yerde biten bir yeri sınırlar.” Siyasi bir gerçekliğin esasen mekânsal olabilmesi, modern anlayışa meydan okuyan bir şeydir. Birincisi, siyaseti pozisyonların ve söylemlerin soldan sağa doğru dağıldığı soyut bir boyut olarak düşünmeye alışmış olmamızdır. İkincisi, moderniteden bize nesnelerin, canlıların ya da manzaraların yerlerini aldığı boş, tekdüze ve ölçülebilir bir alan olarak bir mekân anlayışı miras kalmıştır. Ancak duyulur dünya kendini bize bu şekilde sunmaz. Mekân nötr değildir. Şeyler ve varlıklar geometrik bir konumu işgal etmezler, mekânı etkiler ve ondan etkilenirler. Mekânlar indirgenemez bir şekilde hikayeler, izlenimler, duygularla yüklüdür. Komün, dünyaya kendi yerinden müdahale eder. Ne idari bir varlık ne de basit bir geometrik mekân birimi olan komün, daha ziyade bölgesel olarak yazılı belli bir ortak deneyimi ifade eder. Bu şekilde, bölgeye hiçbir araştırma kurumunun haritalarında temsil edemeyeceği bir derinlik katar. Varlığıyla, mekânın mantıklı bir şekilde haritalandırılmasını bozar, her türlü belirsiz “bölgesel planlama” girişimini başarısızlığa mahkûm eder. Komünün alanı fizikseldir çünkü varoluşsaldır. İşgal güçleri mekânı, farklı markalama işlemlerinin çeşitlilik görüntüsü verdiği kesintisiz bir kümeler ağı olarak düşünürken, komün kendisini her şeyden önce dünyanın genel düzeninden somut, konumlandırılmış bir kopuş olarak görür. Komün kendi topraklarında yaşar, yani toprak ona bir barınma yeri ve sığınak sunduğu kadar onu şekillendirir; orada gerekli bağları kurar, onun hafızasıyla büyür, toprakta bir anlam, bir dil bulur. Meksika’da, politikalarının yol gösterici ilkesi olarak “komünaliteyi” savunan Yerli bir antropolog, Ayuujk komünlerine atıfta bulunarak şöyle der: “Topluluk, ‘najx’ ve ‘kajp’ (‘najx’, toprak ve ‘kajp,’ halk) sözcükleriyle fiziksel bir şey olarak tanımlanır. ‘Naj’', yani toprak, ‘kajp’ın, yani insanların varlığını mümkün kılar; ‘kajp’, yani insanlar, ‘najx’olan toprağa anlam verirler.” Yerleşimin yoğun olduğu bir toprak parçası; en nihayetinde kendi içinde bir olumlama, bir ifade, orada yaşanan hayatın bir ifadesi haline gelir: yerleşim düzeni sakinlerinin tanrılarıyla olan ilişkisini ortaya koyan bir Bororo köyünde olduğu kadar, bir isyan ya da bir plaza işgali, halkın kentsel mekânı yeniden yaşamaya başladığı herhangi bir durumda da açıkça kendisini gösterir. Yaşadığımız toprak komünün cisimleştiği, sesini bulduğu, varlığa geldiği şeydir. “Toprak bizim yaşam alanımız, geceleri gördüğümüz yıldızlar, sıcak ve soğuk, su, kum, çakıl taşları, orman, var olma, çalışma biçimimiz, müziğimiz, konuşma biçimimizdir.” der bir Nahua Yerlisi ki Michoadn’ın küçük toprak sahiplerinden oluşan bir çete tarafından ele geçirilen Ostula’nın komünal topraklarını silahlı mücadele ile geri alan komünerlerden biridir. Nahua’lar daha sonra bu topraklarda özerk San Diego de Xayakalan Komünü’nü ilan ettiler. İster Seine-Saint-Denis’de ister Avustralya’nın Aborjin topraklarında olsun, dünya üzerinde az da olsa yer edinmiş her varoluşun yönelmek için bir kara parçasına ihtiyacı var gibi görünmektedir. Yaşamak birbirini yazmak, ayakları yere basan bir yerden hikayelerini anlatmaktır. Bu, coğrafya kelimesinde hala duyabildiğimiz bir şeydir. Sözcük anlam için neyse, bölge de komün için odur; yani asla sadece bir araç değildir. Komünü ve meta organizasyonunun sonsuz alanını kategorik karşıtlar haline getiren de budur. Komünün toprakları bir avuç planlama uzmanı tarafından ustalıkla dağıtılan üretken işlevlerle donatılmış basit bir alan değildir.Yaşanılan bir yer ile bir faaliyet alanı arasında, kişisel bir günlük ile bir ajanda arasında olduğu kadar fark vardır. Her komün dünyayla birlikte mücadele etme iradesiyle dünyayı merkezine yerleştirir. Bir komünalite teorisyeni “yerli halkların varoluşuna ve maneviyatına içkindir, karşılıklılık, kolektivite, akrabalık bağları, ilksel sadakatler, dayanışma, karşılıklı yardımlaşma, tequio, toplanma, fikir birliği, iletişim, yataylık, kendine yeterlilik, toprak savunması, özerklik ve toprak anaya saygı ile karakterize edilir” diye yazdığında, bu teorileştirmeyi gerektirenin çağımızla yüzleşme olduğunu söylemeyi ihmal etmektedir. İktidarın alt yapılarından özerkleşme ihtiyacı, otarşiye duyulan eskimeyen bir özlemden kaynaklanmaz; daha ziyade bu şekilde kazanılan siyasi özgürlükle ilgilidir. Komün kendi kendini tanımlamaz: cisimleşerek göstermek istediği kimliği veya kendisi hakkındaki fikir değil, yaşam hakkındaki fikridir. Dahası, komün sadece kendisini çevreleyen şeyi içselleştirerek yaşayan bir organizma olarak dışarıdan büyüyebilir. Tam da büyümek istediği için, komün yalnızca kendisi olmayan şeyden beslenebilir. Kendini dışarıdan kopardığı anda zayıflar, kendi kendini yer bitirir, parçalara ayırır, canlılığını yitirir ya da Yunanlıların tüm ülkelerini kastederek “sosyal yamyamlık” dedikleri şeye teslim olur, çünkü kendilerini dünyanın geri kalanından soyutlanmış hissederler. Komün için, güç kazanmak ile esasen kendisi olmayanla uğraşmak arasında hiçbir fark yoktur. Tarihsel olarak, 1871 komünleri, Paris komünü, aynı zamanda Limoges, Perigueux, Lyon, Marsilya, Grenoble, Le Creusot, Saint Etienne, Rouen komünleri ve Orta çağ komünleri, izole edilmeleri nedeniyle karanlığa mahkûm edilmişlerdir. Ve nasıl ki tașrada sükûnet sağlandığında Thiers’in gelip 1871’de Paris proletaryasını ezmesi kolay olduysa, benzer șekilde Taksim ișgali sırasında Türk polisinin ana stratejisi, Gazi ve Beșiktaș’ın huzursuz mahallelerinden ya da Boğaz’ın diğer yakasındaki Anadolu mahallelerindeki gösterilerin Taksim direnişi etrafında toplanmasını ve Taksim’in bu mahalleler arasında bir bağ oluşturmasını engellemekti. Dolayısıyla komünün karşı karşıya olduğu paradoks şudur: Aynı anda hem “genel düzenle” çelişen bir bölgesel gerçekliğe bir tutarlılık kazandırmayı mümkün kılmalı, hem de yerel tutarlılıklara yol açmalı; bunlar arasında bağlantılar kurmalı, yani kendisini oluşturan zeminden kopmalıdır. Bu iki hedeften birini ıskalarsa, ya kendi topraklarında sıkışıp kalan komün giderek izole olur ve etkisizleşir ya da ana karadan uzakta, geçtiği durumlara aşina olmayan ve yolu boyunca sadece güvensizlik uyandıran gezici bir birlik haline gelir. 1934’teki Uzun Yürüyüş müfrezelerinin başına gelen de buydu. Savaşçıların üçte ikisi yolculuk sırasında öldü.
III. Ekonomiyi Alt etmek
Komünün özünün tam da ondan kaçan, onu kateden ama her zaman onun temellükünün ötesinde kalan şey olması, Roma hukukundaki res communes’i zaten karakterize eden şeydi. “Ortak şeyler” okyanus, atmosfer, tapınaklar, bu şekilde temellük edilemeyen şeylerdi. Birkaç litre suya, bir kıyı şeridine ya da birkaç tapınak taşına sahip olunabilirdi ama deniz ya da kutsal bir yer bu şekilde mülk edinilemezdi. Res komünleri paradoksal olarak şeyleşmeye, res’e, şeylere dönüşmeye direnen şeydir. Bu, kamu hukukunda kamu hukukunun dışında kalan şeylerin tanımlanmasıdır: ortak kullanımda olan şey hukuki kategorilere indirgenemez. Dil tipik olarak “ortak” olandır: kişi onun sayesinde, onun aracılığıyla kendini ifade edebilirken, aynı zamanda hiç kimsenin kendine ait olarak sahip olamayacağı bir şeydir. Kişi sadece ondan yararlanabilir. Son yıllarda bazı ekonomistler yeni bir “müşterekler” teorisi geliştirmeye çalıştılar. “Müşterekler”in, piyasanın değer biçmekte çok zorlandığı, ancak onsuz işlevini yerine getiremeyeceği şeyler olduğu söylenmektedir: çevre, zihinsel ve fiziksel sağlık, okyanuslar, eğitim, kültür, Büyük Göller, vb. ve aynı zamanda büyük altyapılar (otoyollar, internet, telefon veya temizlik ağları, vb.) Hem gezegenin durumundan endişe duyan hem de piyasanın işleyişini iyileştirmek isteyen ekonomistlere göre, bu müşterekler için sadece piyasaya bağlı olmayan yeni bir “yönetişim” biçimi icat edilmesi gerekiyor. Müşterekleri Yönetmek, 2009 Nobel Ekonomi Ödülü sahibi Elinor Ostrom’un “müşterekleri yönetmek” için sekiz ilke ortaya attığı son zamanların en çok satan kitabının başlığıdır. Negri ve arkadaşları, henüz icat edilmeyi bekleyen bir “müştereklerin yönetimi”nde kendilerine de yer olduğunu anlayarak, özünde tamamen liberal olan bu teoriyi benimsemişlerdir. Hatta müşterekler kavramını, kapitalizmin ürettiği her şeyi kapsayacak şekilde genişleterek, tüm bunların son tahlilde insanlar arasındaki üretken iş birliğinden kaynaklandığını ve sadece alışılmadık bir “müşterekler demokrasisi” yoluyla sahiplenilmesi gerektiğini düşündüler. Her zaman fikir sıkıntısı çeken azılı militanlar da onların arkasından koştular. Şimdi kendilerini “sağlık, barınma, göç, sosyal bakım, eğitim, tekstil endüstrisindeki çalışma koşulları vb.” gibi el konulması gereken pek çok “müşterek” talep ederken buluyorlar. Bu yolda ilerlemeye devam ederlerse, nükleer santrallerin işçi tarafından yönetilmesini talep etmeleri ve internet herkese ait olması gerektiğinden NSA için de aynı şeyi talep etmeleri uzun sürmeyecektir. Daha sofistike teorisyenler ise “müşterekler”i Batı’nın sihirli şapkasından çıkan metafizik ilke haline getirmeye meyilliler. Onlara göre, “tüm siyasi faaliyetleri düzenleyen, komuta eden ve yöneten” anlamında bir arche, yeni kurumları ve yeni bir dünya hükümetini doğuracak yeni bir “başlangıç”tır. Tüm bunlarda kaygı verici olan şey, Proudhon’un saçmalıklarından ve İkinci Enternasyonal’in ölü fantezilerinden esinlenen bir insan ve eşya yönetiminin kuşattığı mevcut dünyadan başka bir devrim biçimi tahayyül edememektir. Çağdaş komünler herhangi bir “‘müşterek’e erişim iddiasında bulunmaz ya da herhangi bir ‘müşterek’” in yönetimine talip olmazlar. Aceleyle ortak bir yaşam biçimi örgütlüyorlar, yani dünyadan başlayarak temellük edilemeyecek olanla ortak bir ilişki geliştiriyorlar. Eğer bu “müşterekler” yeni bir bürokrat türünün eline geçerse, bizi öldüren şey aynen kalacaktır. Metropollerin tüm sosyal yaşamı devasa bir demoralizasyon girişimi gibi işlemektedir. Metropolün içindeki herkes, varoluşlarının her alanında, meta sisteminin genel organizasyonu tarafından esir alınmış durumda. Kişi pekâlâ şu ya da bu örgütte aktivist olabilir, bir grup “arkadaşıyla” dışarı çıkabilir, ama nihayetinde herkes kendi içindir, herkes kendi bedenine hapsolmuştur ve farklı bir şeylerin olabileceğini düşünmek için hiçbir neden yoktur. Bununla birlikte, her hareket, her gerçek karşılaşma, her isyan, her grev, her işgal, bu yaşamın sahte kendinden eminliğinde açılan bir gediktir ve ortak bir yaşamın mümkün, arzu edilir, potansiyel olarak zengin ve neşeli olduğunu ortaya koyar. Bazen her şey buna inanmamızı engellemek, yok olan ve yok olmak üzere olan diğer yaşam biçimlerinin tüm izlerini silmek için komplo kuruyor gibi görünebilir. Geminin dümenindeki çaresizler en çok kendilerinden daha az nihilist yolcuların olmasından korkarlar. Ve aslında, dünyanın tüm organizasyonu, yani dümyaya olan sıkı bağımlılığımız, diğer tüm olası yaşam biçimlerinin günlük olarak inkarıdır. Sosyal cila çatlayıp soyuldukça, bir güç haline gelme aciliyeti, yüzey altında ama fark edilir bir şekilde yayılmaktadır. Meydan hareketinin sona ermesinden bu yana, birçok şehirde tahliyeleri durdurmak için ortak destek ağlarının, grev komitelerinin ve mahalle meclislerinin yanı sıra kooperatiflerin (üretim kooperatifleri, tüketim kooperatifleri, konut, eğitim ve kredi kooperatifleri ve hatta yaşamın her yönüyle ilgilenen “bütünsel kooperatifler”.) ortaya çıktığını gördük. Kooperatiflerdeki artışla birlikte, daha önce marjinal olan bir dizi uygulama, bunları az çok kendine pay etmiş olan radikal gettonun çok ötesine yayılmaktadır. Böylelikle, daha önce olmayan bir ciddiyet ve etkinlik kazanarak kendileriyle başa çıkmak daha kolay hale geliyor. Herkes aynı değil. İnsanlar para ihtiyacıyla birlikte yüzleşiyor, biraz paraya sahip olmak ya da parasız hayatta kalmak için örgütleniyorlar. Yine de kooperatif bir ahşap atölyesi veya oto tamir atölyesi, insanların ortak araçları yerine amaç olarak ele alınırsa, ücretli bir iş kadar can sıkıcı olacaktır. Her ekonomik varlık unutulmaya doğru gidiyor, eğer komün onun bütünlük iddiasını reddetmezse zaten unutuluyor. Dolayısıyla komün, tüm ekonomik toplulukları birbirleriyle iletişime geçiren, içlerinden geçen ve taşan şeydir; onların kendi kendilerini merkeze alma eğilimlerini engelleyen bir bağdır. Barselona işçi hareketinin 20. yüzyılın başındaki etik dokusu, devam etmekte olan eylemler için bir rehber görevi görebilir. Komüne devrimci karakterini veren özgürlükçü okulları ya da CNT-FAI damgalı kaçak para basan küçük işletmecileri, sektörel sendikaları, işçi kooperatifleri ya da pistoleros grupları değildi. Tüm bunları birbirine bağlayan bağ, tüm bu faaliyetler ve oluşumlar arasında gelişen ve hiçbirine mal edilemeyen komünün tartışılmaz temeli olan yaşamdı. Dahası, Temmuz 1936’daki ayaklanma sırasında anarşist hareketin tüm bileşenlerini saldırgan bir şekilde bir araya getirebilenlerin -o zamana kadar “anarko-Bolşevizm” den şüphelendiği ve bir ay önce halka açık bir yargılamaya ve FA tarafından yarı-dışlanmaya maruz kalan- marjinal Nosotros grubu olması dikkat çekicidir. “Kriz”in vurduğu birçok Avrupa ülkesinde, sosyal ve dayanışmaya dayalı ekonominin ve bu ekonomiye eşlik eden kooperatifçi- mutualist ideolojilerin keskin bir dönüşüne tanık oluyoruz. Bunun “kapitalizme bir alternatif” oluşturabileceği fikri yayılıyor. Biz bunu daha ziyade mücadeleye bir alternatif, komüne bir alternatif olarak görüyoruz. Bu konuda ikna olmak için, sosyal ve dayanışma ekonomisinin Dünya Bankası tarafından, özellikle Güney Amerika’da, son yirmi yılda bir siyasi pasifikasyon tekniği olarak nasıl kullanıldığına bakmak yeterlidir. “Üçüncü Dünya” ülkelerinin kalkınmasına yardım etmek gibi asil bir projenin 1960’larda, 1961-1968 yılları arasında ABD Savunma Bakanı olan Robert McNamara’nın, yani Vietnam’ın, Agent Orange’ın ve Rolling Thunder’ın McNamara’sının isyankâr zihninde tasarlandığı iyi bilinmektedir. Bu ekonomik projenin özü hiçbir şekilde ekonomik değildir: tamamen politiktir ve ilkesi basittir. Amerika Birleşik Devletleri'nin “güvenliğini” garanti altına almak, yani komünist ayaklanmaları yenmek için, onları ana nedenlerinden yoksun bırakmak gerekir: aşırı yoksulluk. Yoksulluk yoksa isyan da yok. Saf Galula. McNamara 1968’de “Cumhuriyet’in güvenliği sadece, hatta öncelikle askeri gücüne bağlı değildir, aynı zamanda burada olduğu kadar dünyanın gelişmekte olan ülkelerinde de istikrarlı ekonomik ve siyasi sistemlerin yaratılmasına bağlıdır” diye yazmıştır.
Böyle bir bakış açısından, yoksullukla mücadelenin birkaç avantajı vardır: Birincisi, gerçek sorunun yoksulluk değil, az sayıda kişinin güçleriyle birlikte üretim araçlarının çoğunu elinde tuttuğu gerçeğini gizler; dahası, sorunu politik bir mesele olmaktan çıkarıp bir toplum mühendisliği meselesine dönüştürür. Dünya Bankası’nın 1970’lerden itibaren yoksulluğu azaltmaya yönelik girişimlerinin neredeyse sistematik başarısızlığıyla dalga geçenler, bu girişimlerin gerçek hedefleri olan isyanı önleme konusunda çoğunlukla başarılı olduklarını belirtmekle iyi ederler. Bu mükemmel gidişat 1994 yılına kadar sürecekti. 1994 yılında Meksika’da 170.000 yerel “dayanışma komitesinin” desteğiyle, ABD ile yapılan serbest ticaret anlaşmalarının mantıksal olarak yaratacağı acımasız sosyal yıkımın etkilerini azaltmak için tasarlanan Ulusal Dayanışma Programı (PRONOSOL) başlatıldı. O zamandan beri Dünya Bankası mikro kredi, “yoksul halkların özerkliğinin ve güçlendirilmesinin” desteklenmesi için kooperatiflere, karşılıklı topluluklar kurmaya, kısacası sosyal ve dayanışma ekonomisine odaklanmıştır. Aynı raporda, “Yoksul insanların yerel örgütler içinde seferber edilmesini teşvik edin, böylece devlet kurumları üzerinde bir kontrol görevi görebilir, yerel karar alma sürecine katılabilir ve böylelikle günlük yaşamda hukukun önceliğini sağlamak için iş birliği yapabilirler” denmektedir. Bunun anlamı ise, yerel liderleri ağlarımıza dahil etmek, muhalif grupları etkisiz hale getirmek, “insan sermayesinin” değerini arttırmak, marjinal de olsa daha önce kendilerinden kaçan her şeyi meta devrelerine dahil etmektir. On binlerce kooperatifin, hatta rehabilite edilmiş fabrikaların Argentina Trabaja programına entegre edilmesi, Cristina Kirchner’in 2001 ayaklanmasına verdiği kalibre edilmiş isyan karşıtı yanıtıdır. Brezilya’nın da kendi Ulusal Dayanışma Ekonomisi Sekreterliği vardır. 2005 yılında bu sekreterlik 15,000 işletmeyi kapsamaktaydı ve yerel kapitalizmin başarı öyküsüne güzel bir katkıdır. “Sivil toplumun harekete geçirilmesi” ve “farklı bir ekonominin” geliştirilmesi, Naomi Klein’ın safça düşündüğü gibi “şok stratejisine” verilen uyarlanmış bir yanıt değil, mekanizmasının diğer vuruşudur. Neoliberalizmin alfa ve omega’sı olan işletme biçimi, kooperatiflerle birlikte yayılmaktadır. Bazı Yunan solcularının yaptığı gibi, son iki yılda ülkelerinde öz-yönetimle yönetilen kooperatiflerin sayısında patlama yaşanmasından aşırı memnun olmamak gerekir. Çünkü Dünya Bankası da aynı hesapları tutuyor ve aynı memnuniyeti duyuyor. Sosyal ve dayanışmacı tipte duyarlı marjinal bir ekonomik sektörün varlığı, siyasi ve dolayısıyla ekonomik gücün yoğunlaşmasına yönelik herhangi bir tehdit oluşturmaz. Hatta her türlü meydan okumaya karşı korur. Böyle bir savunmanın arkasında Yunan armatörler, ordu ve ülkenin büyük şirketleri her zamanki gibi işlerine devam edebilirler. Bir tutam milliyetçilik, bir tutam sosyal ve dayanışma ekonomisi, isyanı beklemeye alacaktır. Ekonominin “davranış bilimi” ya da hatta “uygulamalı psikoloji” statüsünü kazanmasından önce, ekonomik yaratığın, ihtiyaç varlığının yeryüzünde çoğalması gerekiyordu. Bu ihtiyaç varlığı, bu muhtaç emekçi, doğanın bir yaratımı değildir ki kamulaştırma, çitleme ya da sömürgeleştirme şeklinde olup olmamasının bu bağlamda pek bir önemi yoktur. İhtiyaçlar, ekonominin elinden aldığı dünya karşılığında insana verdiği şeydi. Bu önermeden yola çıkıyoruz, bunu inkâr etmenin bir faydası yok. Ancak komün ihtiyaçlar için sorumluluk almayı içeriyorsa, bu otarşi kaygısından ziyade içinde bulunduğumuz dünyaya ekonomik bağımlılığın sürekli aşağılanmanın, varoluşsal olduğu kadar politik bir nedeni olmasından kaynaklanır. Komün, içimizdeki ihtiyaç varlığını yok etmek amacıyla ihtiyaçları ele alır. Bir eksikliğin hissedildiği yerde, temel jesti, kendini gösterebileceği sıklıkta onu ortadan kaldırmanın yollarını bulmaktır: “Bir eve ihtiyacı olan mı var? Kişi onlar için sadece bir ev inşa etmekle kalmaz; herkesin kendisi bir ev inşa edebileceği bir atölye kurar. Buluşmak, takılmak ya da parti yapmak için bir yere mi ihtiyaç var? Bir yer işgal edilir ya da inşa edilir ve “komüne ait olmayanlar” için de kullanılabilir hale getirilir. Gördüğünüz gibi mesele bolluk değil, ihtiyacın ortadan kalkması, yani dünyayla tek başına yüzleşme hissini ortadan kaldırabilecek kolektif bir güce katılım. Hareketin sarhoşluğu bunun için yeterli değildir; araçların bolluğu gereklidir. Bu nedenle Selanik’teki Vio.Me fabrikasının işçileri tarafından yakın zamanda yeniden başlatılması ile Vio.Me’nin ilham aldığı Arjantin'deki çeşitli felaketlerle sonuçlanan özyönetim girişimleri arasında bir ayrım yapılmalıdır. Farklı olan, fabrika üretiminin yeniden başlatılmasının en başından beri sadece alternatif bir ekonomi girişimi olarak değil, Yunan “hareketinin” geri kalan tüm unsurları tarafından desteklenen siyasi bir saldırı olarak tasarlanmış olmasıdır. Aynı makineler kullanılarak, fayans-derz bileşikleri üreten bu fabrika, özellikle “hareket” tarafından işletilen dispanserlere tedarik edilen dezenfektan jellerin üretimine dönüştürüldü. Burada “hareketin” çeşitli yönleri arasında yapılan yankı, komün benzeri bir karaktere sahiptir. Komün “üretiyorsa”, bu ancak arızi bir şekilde olabilir; eğer komün “ihtiyaçlarımızı” karşılıyorsa, bu, üretimi ve ihtiyaçları nesne olarak ele aldığı için değil, ortak bir yaşam arzusundan (ve daha fazlasından) kaynaklanmaktadır. Komün, müttefiklerini bu dünyaya karşı açık saldırıda bulacaktır. Komünlerin büyümesi ekonominin gerçek krizidir ve tek ciddi küçülmedir.
IV. Ortak Güçte Yer Almak
Bir komün her durumda, her “sorun” etrafında kurulabilir. Bolşevik komünalizminin öncüleri olan AMO fabrikalarının işçileri, SSCB’nin ilk komün evini açtılar, çünkü yıllarca süren iç savaş ve devrimden sonra tatile gidecek yer sıkıntısı çekiyorlardı. Bir komünar 1930’da şöyle yazmıştı:
“Sonbaharın şiddetli yağmurları kolektif kulübenin çatısını aşındırmaya başladığında, bu çatının altında kesin bir karara varmıştık: denemelerimize kış boyunca devam edecektik.” Eğer bir komünün doğuşu için ayrıcalıklı bir başlangıç noktası yoksa, bunun nedeni çağa ayrıcalıklı bir giriş noktası olmamasıdır. İtinayla düşünülmüş her durum bizi bu dünyaya geri getirir ve bizi içinde yaşadığımız dünyaya, onun dayanılmaz yönlerine ve sunduğu çatlaklara ve açıklıklara bağlar. Varoluşun her bir ayrıntısında, yaşamın tüm biçimi söz konusudur. Her komünün amacı temelde dünya olduğu için, komün, oluşumuna yol açan ve yalnızca bir araya gelme vesilesi olan görev, soru veya durum tarafından tamamen belirlenme tehlikesine karşı teyakkuza geçmelidir. Böylelikle, bir komünün ortaya çıkışında, birlikte olma arzusu ve bundan gelen güç, oluşumunun ilk nedenlerini geride bıraktığında bir eşik daha aşılmış olur. Son ayaklanmalar sırasında sokakların bize haykırdığı, isyan tekniklerinin yaygınlaştırılması ve artık evrensel hale gelen gaz maskelerinin -nefes alınamaz hale gelen bir dönemin sembolü- kullanımının ötesinde, bütün bir siyasi eğitime eşdeğer olan neşenin başlatılmasıydı. Son birkaç yılda, Versailles’in traşlı kuklaları da dahil olmak üzere, vahşi gösterilerden ve polislerle yaşanan arbedelerden zevk almayan kimse kalmadı. Her seferinde, aciliyet, isyan, işgal durumları, talepler, strateji veya umut açısından başlangıçta taahhüt edilenden daha fazlasını doğurdu. Altı yüz ağacın sökülmesini engellemek için Taksim’e gidenler kısa süre sonra savunacak başka bir şey daha buldular: On yıllık siyasi hadımlaştırma ve kolektif örgütlenmenin her türlü görüntüsünün parçalanmasının ardından nihayet yeniden kazanılan bir gücün matrisi ve ifadesi olarak meydanın kendisini. Tahrir Meydanı’nın, Puerta del Sol’un ya da bazı Amerikan işgallerinin ya da Susa Vadisi’ndeki Özgür Maddalena Cumhuriyeti’nin unutulmaz günlerinde, insanın totalize edilemeyecek kadar çok alanda örgütlenebileceğini keşfetmesi komünün bir parçasıydı. Bizi heyecanlandıran şey buydu: paylaşılan bir gücün parçası olma, bu gücü deneyimleme hissi, bu gücün devredilemez ve zarar görmezliğini görmekti. Dokunulmazdı çünkü her anı, her hareketi, her karşılaşmayı saran neşe asla elimizden alınamazdı. Bin kişiye kim yemek pişiriyor? Telsizi kim yapıyor? Tebliğleri kim yazıyor? Kim polislere taş fırlatıyor? Kim ev inşa ediyor? Kim odun kesiyor? Mecliste kim konuşuyor? Bilmiyoruz ve umurumuzda da değil: İspanyol Bloom’un 14. yüzyıldaki Özgür Ruh sapkınlarından bilmeden ödünç alarak söylediği gibi, tüm bunlar adı olmayan bir güçtür. Sadece yaptığımız şeyin, yaşadığımız şeyin bir ruha, bir güce, ortaklaşa paylaşılan bir zenginliğe katıldığını hissetmek, ekonomiyle, yani hesaplamayla, ölçmeyle, değerlendirmeyle, atölyelerde olduğu kadar aşkta da her yerde öfkenin işareti olan tüm o küçük muhasebeci zihniyetiyle işimizin bitmesini sağlayacaktır. Uzun süredir Sintagma Meydanı’nda kamp kuran bir arkadaş, hareket Parlamento’yu yakıp yıkmış ve ülke ekonomisini kesin bir şekilde çökertmiş olsaydı Yunanlıların gıda tedarikini nasıl organize edebileceklerini sorduğunda iki kere düşündü: “On milyon insan hiçbir zaman açlıktan ölmeye razı olmadı. Bu durum orada burada birkaç çatışmaya neden olsa bile, normalde yaşanan kargaşaya kıyasla çok küçük bir kargaşa yaşanırdı.”
Bir komünün karşı karşıya olduğu durumu karakterize eden şey, kişinin kendini kayıtsız şartsız komüne vererek, onda her zaman kendisine getirdiğinden veya onda aradığından daha fazlasını bulmasıdır: kişi kendi gücünü, dayanıklılığını ve yaratıcılığını, ayrıca her gün bir istisna durumunu yaşamaktan gelen mutluluğu bulduğunda şaşıp kalır. Bu anlamda komün, organizasyonun doğurganlığıdır. Her zaman iddia ettiğinden daha fazlasını doğurur. İstanbul’un tüm meydanlarına ve caddelerine inen kalabalıkları etkileyen kargaşayı geri döndürülemez kılan da budur. Haftalar boyunca iaşe, inşaat, bakım ve tedavi, defin ya da silahlanma gibi hayati meselelerle tek başlarına uğraşmak zorunda kalan kalabalıklar sadece kendi kendilerini örgütlemeyi öğrenmekle kalmadı, aynı zamanda çoğunun bilmediği bir şeyi de öğrendi: kendi kendimizi örgütleyebileceğimizi ve bu kapasitenin temelde eğlenceli olduğunu. Sokağın bu bereketinden hiçbir demokratın bahsetmemiş olması, sokağın tehlikeye gebe potansiyelinin oldukça açık bir göstergesidir. O günlerin ve gecelerin anısı, metropolün sıkıcı gündelikliğini daha da katlanılmaz kılmakla beraber anlamsızlığını ortaya koymaktadır.
İnsanlık tarihi, insanlığın yürüdüğü yolun anlatısıyken bu anlatıyı tek şerit yolda şekillendiren, insanlık muhayyilesini tutsak eden düşünceler sistematiği ve kapitalist modernite bu dergide deşifre olacak.