Güncel felsefi tartışmalar, yaklaşımlar ve kavrayışlar genelde moda görülerek küçümsenir. Felsefede ziyadesiyle akademik ve katı bir tavrın neticesidir genelde bu. Muhakkak felsefenin de modaları, yüzeysel bir fikrin kitleselleştiği (felsefe ne kadar kitleselleşebilirse artık) olur. Lâkin bu olgular, felsefede ve felsefe adına sahneye giren yeni fikirlerin daha baştan kenara itilmesi için bir gerekçe olamaz. Aslında bu ilk cümlelerde zemin hazırlamaya çalıştığım şey, okuru artık “posthümanizm” adını almış ve elbette felsefenin sınırlarını aşmış olan bir düşünce tavrının politikada neden önemli olabileceğine dair bir dizi çıkarıma ikna etmek. Peki nedir posthümanizm? Felsefede hümanist ve insanmerkezci çerçevenin tasfiyesidir. Daha önemlisi, bu tasfiye sonrasında açığa çıkan imkânların olumlu olarak formüle edilmesi çabasıdır. Bu yüzden önce şunu sormak yerinde olur: Hümanizm ile insanmerkezcilik neden ve nasıl felsefede kurtulunması gereken bir yük olarak düşünülür oldu?
Hümanizmin ve insanmerkezciliğin gerçeklikle imtihanı ve sınıfta kalışı
Aslında bu iki akıl yürütme biçimi de hem kadim felsefî geleneklerde hem de en azından semâvî dinlerde kaynaklarını bulan köklü çerçeveler. O kadar köklüler ki gündelik yaşamda sağduyu ve ortakduyu halini almış, yani yaygın düşünme biçimlerine ve düşüncenin içeriklerine sirâyet etmiş durumdalar. Mesele burada bazı “uygulamalı etik” tartışmalarında olduğu gibi ölümün ucundaki bir insanın mı yoksa örneğin köpeğin mi kurtarılacağı gibi pratik değer problemleri değildir. Bu tarz senaryolarda hissiyat olarak türdeşlerimizi kurtarmaya eğilimli olmamızda büyük şaşkınlıklar yaşayacak bir durum yok (aksinde de yok). Ben problemi ait olduğu yere, bizzat felsefenin içine taşımak istiyorum. Böylece bu iki köklü çerçevenin mahiyetini de daha iyi kavramak mümkün olacaktır.
Felsefi anlamda hümanizmi, Rönesansla birlikte serpildiği haliyle şu uçsuz bucaksız kozmosta eyleyiciliğin (failliğin) diğer varlıkları tümden dışlayacak biçimde yalnızca insanlara bahşedilmesi olarak formüle etmek mümkün. Burada eyleyiciliği, karar vermeye dair daha derin bir teorik çerçevede kavramak gerekir. İlk hümanistlerden Kant’a, Kant’tan Sartre’a kadar bu gelenekte insana bahşedilen eyleyicilik, belirli bir karar ve seçim özgürlüğünde temellenir. Bu özgürlük, insanın diğer canlılarda (kuşkusuz cansızlarda da) olmadığı farz edilen bir “kendi kendini inşa etme, kendinden yaşam boyu bir şey yapma” serbestisini kapsar. Yani hümanizm, insanın verili bir özden ziyade verili olana sığmayan potansiyellerle, dönüşme, gelişme ve serpilme imkânlarıyla idrak edildiği bir çerçevedir (Zallaou, 2024). Bütün bunlar pekâlâ güzel fikirler ve ileride hümanizme karşı söyleyeceklerimi bu fikirleri imhâya değil genişletmeye yönelik söyleyeceğim.
İnsanmerkezciliğe gelindiğinde ise işler daha çetrefil bir hal alır. Hümanizm insanla veya benim kullanmayı daha çok sevdiğim tür ismiyle homo sapiens’le ilgili belirli bir kavrayıştır. Oysa insanmerkezcilik, homo sapiens’in aynı devasa kozmosta üzerine düşünmeye ve konuşmaya hakikaten değen yegâne varlık veya biraz yumuşatılmış haliyle en önemli, en değerli varlık olduğu fikridir. Bunun felsefedeki tezahürü, Kant’ta sıkı bir formülasyona kavuşacak şekilde felsefi ilginin insana odaklanması, insan olmayan geri kalan her şeyin ise yalnızca insanla ilişkisi (bu bir kullanım, bilme, deneyimleme vb. ilişkisi olabilir) nazarında ilgiye mazhar olması oldu. Böylece insan yalnızca ilgi odağını işgal etmekle kalmadı, ayrıca ontolojik bir ayrıcalık da edindi. Buna felsefede “büyük yarılma” demek mümkün: Felsefenin yarısının insanlara, diğer yarısının ise galaksilerden kuarklara varan her şeye bölünmesi (Harman, 2020). Bu bölünmede (hümanist paradigma gereği) insan “Özne”, geri kalan her şey “Nesne” oldu.
İşte bu paradigma bugün çökmüştür.
Bu çöküşün nedenine bugün “iklim krizi” diyoruz. Felsefe bir bilim olmadığından ve asıl amacı “bilgi üretmek” olamayacağından felsefi fikirler ile kavramlar, olgularla değil “gerçeklikle” sınanırlar. Bununla kastım, “gerçekliğe boyun eğmeleri gerekir” değildir. Marx vakasında da olduğu üzere herhangi bir felsefi girişim, mevcut gerçeklikte ürettiği (o gerçekliği ortadan kaldırmak dâhil) etkilerle değerlendirilmelidir. Kaynakları çok daha eski olmakla birlikte 1980’lerden bu yana giderek aşikâr hale gelen iklim krizi, gerçekliğin kavrayışında alttan alta gelişen bir dönüşüm yarattı. Bu dönüşüme düpedüz “ekoloji” diyeceğim. Yalnızca çeşitli disiplinlerarası ve -aşırı alanlarıyla bir bilim olarak “ekoloji” değil burada söz konusu olan, ondan neşet etmekle birlikte gezegeni ve yaşamı kavrayışımızı dönüştüren daha derin bir hareket. Bu hareket, bilimde başlayarak felsefeden sanata büyük etkiler üretti. Peki neydi bu hareketin ağırlık merkezi?
Onu iki gerilimli keşfe geri götürmek mümkündür: 1) Homo sapiens’in bilhassa sınai etkinliklerinin gezegen çapında iklim sistemlerini geri döndürmesi (velev ki imkânsız değilse) zor bir ölçekte dönüştürecek sonuçlar üretmesi ve 2) gezegende yaşamın sürdürülmesi için çok sayıda canlının ve cansızın çatışmadan âzâde olmayan işbirliğinin gerekmesi. Birinci “keşfin” analizinden “Antroposen” (İnsan Çağı) ve “Kapitalosen” (Sermaye Çağı) tartışması serpilip gelişti. İkinci keşfin yarattığı ana etkiye ise bugün “posthümanizm” diyoruz.
Posthümanizm, öncelikle eyleyiciliğin insanın uhdesinden çıkarılması ve dağıtılması demektir. Bu ihtiyaç, ekoloji biliminin ve dünyada 1980’lerden bu yana artan ekolojik duyarlılığın neticesinde hasıl olmuştur. Bu duyarlılık, yeni bir felsefi duyarlığa yol verdi ve insan olmayan canlılar ile cansızların insanla ve hatta birbirleriyle ilişkilerinden bağımsız varoluşlarını tanımayı sağladı. Buna geri döneceğim. Fakat şunu netleştirmek gerek: İklim krizi, yani yeryüzündeki çok sayıda canlıyla birlikte bizim de varoluşumuzu tehdit eden mevcut durum hem hümanizmin hem de insanmerkezciliğin krizi oldu. Bu iki çerçeve, biri eyleyiciliğin insan ötesi kaynaklarını tanımadığından diğeri ise daha bu kaynakları öznenin nesnesi, aracı vs. olmak dışında düşünmeye dahi başlayamadığından içinde devindiğimiz krize yanıt veremedi.
Posthümanizmin sûretleri: Yeni materyalizmden nesne yönelimli ontolojiye
İşte posthümanist atılım, Spinoza, Nietzsche ve Marx gibi bir dizi aykırı figürü şimdilik es geçersek modern felsefenin bu krizinde temellenecekti. Bu kriz, felsefeye içkin bir dizi sınırlamadan doğmuş olsa da dışarıdaki, felsefeye büyük oranda dışsal bir olay tarafından tetiklenmiştir. Bu önemlidir, zira felsefeden ne anladığımız genelde bu tarz durumlarda başa geleni nasıl ele alacağımıza bağlıdır. Eğer felsefenin mutlak veya en azından büyük oranda kendi üzerine kapalı, dışarıyla temassız bir söylem olduğuna inanıyorsanız felsefenizin ne iklim krizinden ne de başka bir şeyden etkilenmesi gerekmez, bu beklenmez de. Huzurlu ruhunuzla tefekküre dalabilirsiniz. Fakat felsefe eğer dışarıya, bir gerçekliğe atıfla (kuşkusuz onunla kavga ederek) var oluyorsa—ki felsefe tarihi bunun ispatlarıyla doludur—o halde bu gerçekliğin ve onda vuku bulan olayların düşünceyi yeniden başlatması son derece anlaşılır, dahası arzulanır bir şey olur.
Posthümanizm, daha doğrusu belki daha geniş bir adlandırmayla “yeni veya spekülatif gerçekçilik” bu koşullarda doğdu. Bununla kastedilen şudur: kozmosun ve onu dolduran türlü çeşit varlığın insanın düşüncesinden özerk gerçekliğini olumlayan felsefeler. Fakat az çok modern empirizmin gerçekçi (Berkeley gibi idealist olmayan) figürlerinde ve Spinoza-Neitzsche-Marx tarzı materyalizmlerde de bulunabilecek bu olumlama, bu yeni bağlamda insanmerkezciliğin ve hümanizmin açık bir tasfiyesinin de eşliğinde yeni sûretler edindi: yeni materyalizm ve nesne yönelimli ontoloji. İkisi arasında kesişim noktasında bir önceki cümledeki fikirler yer alır, ayrım noktaları ise belki biraz daha genel terimlerle şöyle kavranabilir: Manuel Delanda (2006), Rosi Braidotti (2014) ve pek tabii bu hareketin kaynağında olan Deleuze ile Guattari (2024) gibi filozoflar, her şeyin birbirinden ve bilhassa insandan özerkliğinde ısrarcı olsalar da daha süreç temelli ve materyalist bir yaklaşımı benimserler. Onların gerçeklik kavrayışında her tür gerçek oluşum, (Marx’ı da yankılar şekilde) çok çeşitli üretken süreçlere dayalı olarak zuhur eder ama bu nevzuhur oluşumlar ne ilişkilerine ne de bileşenlerine indirgenemez bir varoluşa sahip olurlar (zuhur, bu anlama gelir). Graham Harman (2020), Timothy Morton (2020) gibi nesne yönelimli ontoloji hareketinin parçası olan filozoflar ise süreçlerle değil var olduğu haliyle varlıklarla daha çok ilgilenirler. Ama onların nesne kavramları da ilişkilerine ve bileşenlerine indirgenemez zuhur eden varlıklar tanımını aynen içerir (ve dürüst olmak gerekirse bu formülasyon, yeni materyalizmden çok nesne yönelimli ontolojiye, onun asıl mucidi olan Graham Harman’a aittir).
Ben bu yazıda posthümanizm içi gerilimleri daha fazla deşmeyeceğim ve şimdilik bu iki hareketi, posthümanizmin vurgu ve ilgi farklılıkları bâki sûretleri olarak formüle etmekle yetineceğim. Yoksa örneğin aşırı ilişkiselciler olan, yani kozmosta ilişkilerine indirgenemez herhangi bir varlık olduğuna itiraz eden Karen Barad (2007) ve Donna Haraway (2016) gibi filozofları da bir şekilde (insanmerkezcilik ve hümanizm karşıtlıklarıyla) posthümanizme dâhil etmek şarttır.
Ekolojiyi kavrayışta posthümanizmin maharetleri
Ekoloji hem bir bilim hem de bu bilimden esinlenen, ona eklemlenen politik-etik bir “düşünce” olarak muhtemelen çağlardır karşılaşılan en az insanmerkezci ve hümanist hareket oldu. Posthümanizmin bu harekete ontoloji düzeyinde verilen bir yanıt, onun açtığı problem alanını felsefi bir problematik kurarak üstlenme çabası olduğunu söylemekte bir beis yok. Şimdi posthümanizmden (her biri kendi adına eleştireye açık) bir dizi postüla damıtalım:
1. Var olan her şey varlık olmak bakımından bir ve aynı anlamda vardır: Yani her varlık, kendine özgü bir farkı kuşatır. Bu fark, virtüel, yani edimsel olmamakla birlikte gerçek kapasitelerden oluşur. Bu kapasitelerin bir kısmı, çeşitli karşılaşmalara tekabül eden edimselleşme süreçleri neticesinde çeşitli kudretler ve özellikler olarak edimselleşir.
2. Bir şeyde hangi kudretler ve özellikler edimselleşirse edimselleşsin edimselleşmeden kalan, erişilemez ve öngörülemez kapasiteler daima bulunur. Bu onun ilişkilerine ve bileşenlerine indirgenemezliğini teşkil eder.
3. Eyleyicilik, bu kudretlerde ve özelliklerde temellenir. Dolayısıyla her şey edimsel özellikleri ve kudretleri dolayımıyla bir eyleyici şebekenin parçası olarak gerçeklik içinde dönüştürücü etkilerde bulunur. Münferit varlıklar bir şebekeye dâhil olarak eylem (ve bazen görünüşte eylemsizlik) kaynağı haline geldiklerinde onlara Bruno Latour’u (2008) takip ederek “eyleyen” diyebiliriz.
4. İlişkiler, etkilerin aktarılması ve yinelenmesi demektir. Her varlık şu veya bu etkiyi kapasiteleri nazarında hiç alımlamayabileceği gibi (ne kadar inanmak istesek de bitkiler şarkılarımıza duyarsızdır zira gerekli duyu organlarına sahip değillerdir) alımladıklarında da alımlama ve tepki verme dereceleri değişkendir.
5. Şeylerin eyleyici etkinliklerinin dışarıdan görünüşlerinin en temel biçimi, dirençtir. Yani şeyler, belirli etkilere, özellikle yönlendirici olanlara direnç göstererek kendi kapasitelerinin (veya kapasitesizliklerinin), kendi eyleyici kudretlerinin belirtilerini üretirler. Fakat bu direnç belirtileri, bu alanda çalışan mühim figürlerden Jane Bennett’in (2010) deyimiyle “şeylerin kendi gündemlerini izleyebilme kudretlerinin” neticesidir.
Bu beş postüla, bir ekosistemi düşünürken posthümanizmin ne kadar mâhir olabileceğini şimdiden sezdirir. Bizim şehirlerimiz de dâhil herhangi bir ekosistem, çok sayıda canlı (insanlardan böceklere) ve cansız (topraktan kiremitlere, bilgisayarlardan taşıtlara) varlığın işbirliği ile oluşur ve istikrarını bu işbirlikleri sayesinde korur. Fakat bu işbirliği süreçleri ne çatışmadan âzâdedir ne de bütünüyle kapalı, organik bir tümlük (totality) teşkil eder. Aksine bunlar, sürekli istikrarsızlaştırıcı dirençlere ve başka tür etkilere maruz açık bütünlerdir (whole). Bu istikrarsızlaştırıcı etkiler çeşit çeşittir. Yukarıdaki ifadesini ödünç aldığım kitabında Jane Bennett (2010), çöp yığınları, elektrik kesintileri, büyük hava olayları tarzında çok sayıda bu türden etkiyi ve onların eyleyenlerini analiz eder. İstanbul’da yaşayan biriyseniz, basit bir yağmur çiseleme “olayının” bile zaten keşmekeş olan trafiği ne hale getirebildiğine tanık olmuşsunuzdur muhakkak. Böyle bir durumda insanın “işlerine” kayıtsız olan atmosferik bileşenler (çeşitli bileşim ve özelliklerdeki hava kütleleri) “kendi gündemlerini izlerler” ve bunun neticesi, bizlerin “olağan” akışlarının kesintiye uğraması olur. Posthümanizm, yalnızca bir felsefe değil ayrıca bir araştırma programı olarak da bu vakaları gerçekçi bir tarzda, yani etkileşim içindeki eyleyenleri etki ağırlıkları, kapasiteleri ve kudretleri nazarında analiz etmeyi sağlar. Bu tarz bir analitik yaklaşımın politik-stratejik boyutları düşünmek için mühim çıkarımları vardır. Ben burada bunu içinde devindiğimiz ekolojik krize kabaca uygulamakla yetineceğim.
Ekolojik kriz ve politika imkânları
Ekolojik krizin türümüzün de dâhil olduğu çok sayıda canlı için tehditkâr bir olay olduğu aşikâr. Fakat bugün bunun ardında kapitalizmin, yani sermayenin kuvvetleri olan kapitalist devletin, şirketlerin ve onların ataerkil-sömürgeci mekanizmalarının yattığını biliyoruz. Posthümanizm bizi bu durumu düşünürken öncelikle problemi kötü bir soyutlamayla, yani “İnsan-Doğa ilişkileri/çatışması” olarak formüle etmekten kurtarır. Hayır, söz konusu olan kapitalist ekosistemle diğer ekosistemler; sermaye ve onun eyleyenleri ile diğer doğa parçaları arasındaki gerçek çatışmalardır. Sermaye, homo sapiens’inde içinde bulunduğu bütün doğa parçalarını kendi emrine, yani kendinin ve eyleyenlerinin, onları kuşatan ekosistemin ve kurumların yeniden üretimine âmâde kılmaya çalışır. Sömürgecilik, özellikle bu tâbi kılma ve köleleştirme pratiğinin iki ekosistem arasında, iki ekosisteme yayılan iki “ulus” arasında vuku bulmasıdır. Fakat sömürgecilik daha ilk andan itibaren yalnızca insan doğa parçalarını sömürmek üzere kapitalist iş için temellük etmenin ötesine geçerek derhal bu ekosistemi dolduran diğer canlıları ve cansızları da “kaynaklar” olarak temellük etmeye yönelir. İşte ekolojik kriz, her şeyden önce bu sömürü ve temellük pratiklerine gezegenin insan ve insan olmayan bileşenlerinin en algılanamaz dirençlerinden en aşikâr karşı çıkışlarına (isyanlara, devrimci hareketlere) kadar verdikleri tepkinin bileşik etkisidir. Ekolojik kriz, doğaya duyarsız bir insanlığın kötülüğünün neticesi değil sermayenin kuvvetlerine gezegenin karşı koyuşu, sınır çizme girişimi, belki de kapitalizmin tasallutundan özgürleşme çabasıdır.[1]
Bu fikrin “romantik” olduğunu düşünüyor olabilirsiniz. Elbette haklısınız, bu romantizmdir. Ama idealist anlamıyla değil gerçekçi, materyalist anlamıyla. Romantizmi, mevcut gerçekliğe boyun eğmezlik olarak kavrıyorum. İdealist romantizm bunu, mevcut gerçeklik karşısında aşkın, idealist bir hakikat inşa ederek, bunu da çoğunlukla geçmişe atfederek yapar. Fakat gerçekçi ve materyalist bir romantizm, gerçekliği “onun dağılıp gitmesinin”, mevcudun bastırdığı-sömürdüğü ama her an edimselleşerek mevcudu aşıp geçebilecek potansiyellerin bakış açısından kavramaktır. Devrimcilik hep bu olmamış mıdır? Bazen soğuk ve akılcı bir sûret takınsa da (ve bundan vazgeçmesi gerekmese de) gerçekliğe karşı isyan halindeki radikal bir romantizm.
Konuya dönersek ekolojik krizi, gezegenin direnişi olarak kavrayabilmek posthümanizmin ana katkısıysa gerisi bir araştırma programı olarak önümüzde açılacaktır. Bir araştırma hattı, güncel uğrak (konjonktür) içinde hangi doğa parçalarının, hangi şekillerde bu krize katkıda bulunduğunu analiz etmeyi gerektirir. Fakat bu noktada ekolojik krizi, çoklu krizler için bir çatı adı kılmak şartıyla. Böylece salt dar anlamdaki ekolojist mücadeleleri değil bütün toplumsal mücadele biçimlerini de bu araştırmaya dâhil etmek mümkün olur. Zira her şeyin doğa parçası olarak görüldüğü bir çerçevede temel ücret mücadelelerinden başlayarak bütün mücadeleler, çeşitli ekosistem bileşenlerine erişim imkânlarıyla ilgili hale gelir. Eş deyişle bütün politik mücadeleler ekolojiktir ama açık ama örtük bir şekilde.[2] Ekolojist mücadeleler, doğrudan ekolojik problemler etrafında açık bir bilinçle örgütlenirken diğer mücadeleler, şu veya bu doğa parçalarına (kentsel mekânlar, nitelikli besin maddeleri, boş zaman ve sosyalleşme imkânları vs.) erişimden dışlanmış insan gruplarının, bu doğa parçaları ekosistemlerimizin de parçaları olduğu ölçüde örtük ekolojik mücadeleleridir.
Ezcümle, politik mücadeleleri yalnız başına insan eyleyenler bakımından düşünmeye ve tasvir etmeye devam edemeyiz. Türümüzün politik mücadelelerdeki amaç ve arzularına insan olmayanlar çoktan sızmıştır. Yoksul veya sömürgeleştirilmiş coğrafyalardaki mücadelelerde tetikleyiciler arasında daima ekolojik yıkım yer almıştır. Politik hedefler ve tetikleyiciler olmalarının yanı sıra insan olmayanlar, örneğin akıllı telefonlar gibi teknik makineler, bu mücadelelerde etkin bir eyleyen olarak da yer alırlar. Posthümanizm, her şeyden çok hem tarihsel hem de güncel olarak teorideki insanmerkezci at gözlüklerinden kurtularak bu eyleyenlere hak ettikleri gerçek yeri vermeye yarar. Hem insanların hem de insan olmayanların “kendilerini yapma, kendi gündemlerini izleme ve kapasitelerinin serpilip gelişmesi” olarak eyleme geçme biçimlerini değerlendirmeyi sağlar. Eğer politik teori, hâlâ “somut durumun somut tahlili” olarak gerçek mücadele şebekelerine hizmet edecekse ancak bu koşullarda bunu başarabilir.
Kaynakça
Barad, Karen (2007). Meeting the Universe Halfway: Quantum Physics and the Entanglement of Matter and Meaning. Duke University Press.
Bennett, Jane (2010). Vibrant Matter: A Political Ecology of Things. Duke University Press.
Braidotti, Rosi (2014). İnsan Sonrası. (Çev. Öznur Karakaş). Kolektif Kitap.
Delanda, Manuel (2006). Çizgisel Olmayan Tarih: Bin Yılın Öyküsü. (Çev. Ebru Kılıç). Metis Yayınları.
Haraway, Donna (2016). Staying with the Trouble: Making Kin in the Chtulucene. Duke University Press.
Harman, Graham (2020). Nesne Yönelimli Ontoloji: Yeni Bir Her Şeyin Teorisi. (Çev. Oğuz Karayemiş). Tellekt Yayınları.
Latour, Bruno (2008). Biz Hiç Modern Olmadık. (Çev. İnci Uysal). Norgunk Yayınları.
Morton, Timothy (2020). Hipernesneler: Dünyanın Sonundan Sonra Felsefe. (Çev. Bilge Demirtaş). Tellekt Yayınları.
Morton, Timothy (2021). All Art is Ecological. Penguin Classics.
Zalloua, Zahi (2024). Posthüman Olmak. (Çev. Oğuz Karayemiş). Akademim Yayınları (yayın aşamasında).
İnsanlık tarihi, insanlığın yürüdüğü yolun anlatısıyken bu anlatıyı tek şerit yolda şekillendiren, insanlık muhayyilesini tutsak eden düşünceler sistematiği ve kapitalist modernite bu dergide deşifre olacak.