“Allah için savaşa!”
Bir yerleşim biriminde camekanlara ve duvarlara yazılan bu yazı, Haçlı Seferleri döneminde ve/ya skolastik denen çağda herhangi bir duvara yazılmadı. Karanlık olarak imlenen Ortaçağ Avrupa’sında kenti çevreleyen bir surun duvarlarına da yazılmadı. 20’nci yüzyılın sonlarında, yaklaşık iki yüz yıllık modernleşme serüveni ve yüz yıllık modern devlet geçmişi olan Türkiye’nin 90’lı yıllarında resmî ideoloji tarafından ötekileştirilen bir inanca mensup topluluğa yönelik Maraş’ta gerçekleştirilen pogromda kullanıldı. Modernleşmenin “dünyevileşme, laikleşme, meşruluğun yeryüzüne inmesi” kavramlarının her birini kritize etmeye davet eden bir örnek olaydı, bu yaşananlar ve ortaya çıkardığı anlamlar.
Bu duvar yazısı münferit bir olay mıydı? Modernleşemeyen ve aşkın olanın dünyasından ayrılamayan bir avuç “gerici-dindar” insanın akıl tutulması mıydı? Elbette hayır. Nazi Almanyasının dehşetine olabildiğine tanık olmuş Walter Benjamin o dönemde yaşananlara dair modernist ilerleme fikrine olan mutlak inanç üzerinden şaşıranları şöyle eleştiriyordu: “Yaşadıklarımızın yirminci yüzyılda ‘hâlâ’ olabilmesi karşısında duyulan şaşkınlık, felsefe anlamında bir şaşkınlık değildir. Bu şaşkınlık, kendisine kaynaklık eden tarih anlayışının savunulamayacağı bilinmediği sürece, hiçbir bilme sürecinin başlangıcını oluşturamaz.”[1]
Resmî ideolojinin modernleştirme misyonuna sımsıkı sarılmış kişiler için 20’nci yüzyılın sonunda bir pogromun “Allah için savaşa!” denilerek gerçekleştirilmesi muhtemelen “şaşkınlık” nedeniydi. Oysa ortada ne modernleşme ve dinsel alandan arınma iddiasının gerçekliği ne de şaşkınlık gerektirecek bir durum vardı. Binlerce yıldır olduğu gibi iktidarcı anlayış ölüm ile yaşam arasındaki sınırı belirliyor, aşkınlığa dair referanslar ise bu belirlemenin meşruluk söylemi ve kitleleri mobilize eden politik koordinat olarak işlev görüyordu. İktidar ile kutsal birbirini içererek dünyevi meselelerin hareket yasası haline geliyordu. Bugün iktidarın kutsalı ile kutsalın iktidarı arasındaki diyalektik ve simbiyotik ilişki, ancak kendisine kaynaklık eden ve kapitalist modernitenin aydınlanmacı yaklaşımının köşe taşlarını oluşturan kökenlerine inildiğinde anlaşılabilir.
Bu yazı kapitalist dünya-sisteminin dayandığı temeller olan “pozitivizm/aydınlanma/ilerleme” fikirlerinin iktidar üretimi sağlayan birer köşe taşı olduğuna, dünyevi-aşkın ikileminde bu üretimin yeniden sağlandığına, Sermaye Tanrısının bu üretimde hep kendini yeniden üreten olarak süreklilik diyalektiğine sahip olmaya devam ettiğine dair tartışmalar yürütecektir. Sonuçta ise tarihsel materyalizmin nihai zaferi için henüz ham fikirlerle de olsa bir tartışmanın başlangıcı olmayı umacaktır.
İlerledik! Aydınlandık! Zenginleştik!
Kapitalist modernitenin işleyiş yasası ikiliklere dayanır. İyi-kötü, güzel-çirkin, gibi etik-estetik-kültürel ikiliklerden tutalım da yaşamın ve politikanın her alanına kadar ikiliklerle birlikte düşünür, düşündürür. Kapitalist modern çağın ikiliklerle düşündüren yapısının ruhu Aydınlanmadır. Aydınlanma mantığı, akıl ile duygu, eski ile yeni arasında yeni-kati bir ayrım koyarak işler. Bu kati ayrımın temelinde bir yönetme mantığı yatar. Aydınlanma aklı, tarihi kendisinden başlattığı için eski ile yeni arasında tarihin “sıfır-sıfır” koordinatına kendisini yerleştirir. Aklın, mantığın, modern olanın, dünyevi olanın, medeni olanın ve yine medeni olanın sıfır noktasına konumlandırır. Kendisinden öncekine ise negatif tüm vasıfları yükleyerek hareket yasasını oluşturur.
“Medeni olan” vasfını-atfını iki defa belirtmemin sebebi, kapitalist modernitenin doğuşunda oynadığı kurucu roldür. Kapitalist modernitenin gizlemek istese de kökenindeki temel diyalektik kuşkusuz “medeni-barbar”, “medeni-vahşi” gibi ikiliklerdir.
Bu ikilik, modern kapitalist sistemin doğuşuna neden olan zemindir. Kapitalizmin İngiltere’de fabrikalarla temsil edilmesi sürecine varıncaya dek, -ki bunu mümkün kılan- sömürgelerdeki zenginliklerin sömürgeci ana yurtlara taşınma süreciydi. Sömürgecilik pratiğinin iki sureti vardı. Birincisi medenileştirme misyonu, diğer ise sermaye biriktirme süreciydi. Sömürge halkları medenileştirilmesi gereken halklar olarak görülürdü. Bu sömürgeci için modernlik adına “kutsal” bir görevdi. “Kutsal” görevin arkasına saklanan bir sermaye birikim süreci olsa da medenileştirme misyonuna tabi tutulan halkların “tarihi yoktu.” Tarihsizlik sadece bir akla sahip olmamak değil, aynı zamanda bir uygarlığa-kültüre-Tanrı’ya sahip olmamaktı.
Medenileştirme misyonu yerine getirildikçe dünya “iyi bir hale” geliyordu. Aydınlanma anlayışından doğan ilerleme fikri öyle bir inanç haline geldi ki, artık Tanrı’nın muktedirliği yerine ilerlemenin muktedirliği transfer edilmeye başlandı.[2] Kadir-i mutlak olan Tanrı düşüncesi yerini hızla kadir-i mutlak olan ilerleme fikrine bırakıyordu. Kapitalist modernitenin döl yatağı ilerleme fikrine olan mutlak inançtı.
Kadir-i mutlak Tanrı’nın yerini kadir-i mutlak halkın aldığı modern dönemde siyasal olanın temel ikiliği meşruluk üzerinden bağlanıyor ve Tanrı-Halk ikilemine dayanıyordu. Oysa halk, inşa edilmesi gereken bir kategori olarak namevcudiyetin mevcuyeti olarak düşünülüyor ve Tanrı’yı ikame ediyordu.
Aşkın gücün belirlenme mantığı değişmiyor. ‘Kadir olanlar’ arasındaki ilişkide zıtlıklar, devamlılıklar, simbiyoz ve dikotomik ilişkilerin tümünü kapsayacak nitelikte bağlantılar oluşuyor. Bu yönüyle aşkın olanın dünyevi olanla savaşımının sonucunda dünyevi olan zaferini ilan etse de birikimli ilerleyen uygarlık yaşamı aşkın olanı yok etmemiş, halkın her şeye kadir olduğu döneme de sirayet etmesine vesile olmuştur. Tanrı’nın kudreti dönemindeki kavramlar, siyaset yapma biçimi ve semantiği, kadir-i mutlak olan halk anlayışına sızıyor. Böylece dünyevi ile aşkın olanın karşılıklı geriliminde bir yok oluşun gerçekleşmediği aksine dünyevinin aşkın ile arasında olan gerilimi kendi lehinde aştığı söylenebilir. Koselleck’in[3] halk kudretinin hâkim olduğu dönemde insanların geleceğe dönük düşünüşünde yer alan eskatolojik kurtuluşun nüvelerine rastlaması da salt bir rastlantı değil, aralarındaki ilişkiyi gösterir niteliktedir.
İddiası farklı olsa da kapitalist modernite aydınlanmacı ve ilerlemeci fikirleriyle aşkın olanı dünyevi olana içkin hale getirmiştir. Bu içkinlik erkin üretimi ve yeniden üretimini mümkün kılarak kapitalizmin ve sermaye birikiminin devamlılığını sağlamıştır. Modern dönemde “Allah için savaşa” diyen anlayışa kapitalizmin ilkel biçimi olan el koyma-gasp pratiği eşlik ederek sermaye birikimine bir yol açılmıştır.
Carl Schmitt “modern devlet kuramının bütün önemli kavramları, dünyevileştirilmiş ilahiyat kavramlarıdır”[4] derken, aydınlanma mantığının ikiliğini kökeninden eleştiriyordu. Tanrı’nın yerine devletin ikame edildiği ve ikamenin aşkınlıktan arınmadığına işaret ediyordu. Fakat buraya daha önemli bir tespiti ekliyordu. Ona göre bu transfigürasyon sürecinde yapılar sistematik olarak devam ediyordu. Yani bir ikame süreci işliyordu. Tanrı’ya bağlı kalınma üzerinden sermaye biriktirme, devlete-egemene bağlı kalınma üzerinden sermaye biriktirme süreciyle ikame ediliyordu. Yapıların kökeninde bulunan sömürü mantığı, yapıların sürekliliğiyle devam ediyordu. Hep yukarıda bir yerde duran kimi durumda maskeli kimi durumda maskesiz Tanrı’lar sermayeyi önceleyerek işleyişini sürdürüyordu.
Yani kapitalizme göre “ilerliyorduk, aydınlanıyorduk” ve tabi gerçekte güçleniyordular ve zenginleşiyordular. Sermaye Tanrısı, kapitalist her dönemin Tanrısı olarak, kapitalizmin kökenindeki borcu hep ifade edip sermaye biriktirerek, belli kabuk değişimleriyle ama özü aynı kalmak kaydıyla varlığını sürdürüyor.
Sermaye Tanrısına Karşı Üçüncü Yol’u Bulmak
Modern çağın eşitlik, özgürlük, adalet iddialarına dayandığı ve meşruluğu gökyüzünden yer yüzüne indirdiği iddia edilir. Oysa eşitlik soyut bir eşitliktir. Sömürülmekte eşitliktir. Tanrı’nın gazabından modern devletin gazabına, Tanrı adına sömürmekten vatan-millet-devlet adına sömürülmeye doğru bir yolculuk; süreklilik söz konusudur.
Oysa modern politik teoride saf dünyevi olanın imkansızlığı, politik olanın ontik var oluşunda bir kez daha kendisini ele verir. Bu yönüyle iktidar ile kutsal arasındaki ilişki, modern dönemde -belki de ezilenler için daha tehlikeli hale gelerek- meşruluğu belirleyen bir yerden, meşruluğa içkin hale gelen, politikanın kılcal damarlarına sızan bir vasfa kavuşmuştur. Modern dönemde, modernizmi kılıçla uygulayan bir ulus-devlette “Allah için savaşa!” politik teolojinin, egemenliğe ve iktidar ilişkilerine yönelik acı bir deneyim olarak yerli yerinde duruyor.
Kapitalist modernitenin ikiliklere dayalı düşünce yapısı öncelikle üçüncü bir ihtimalli ortadan kaldırır. Sonucu önceden belli etik-etik olmayan ikilisini yaratır. Bilgimiz, duygumuz, davranışımızı yönlendirerek iktidar üreten ilişkileri var eder. Tanrı’nın yerine devlet ikame edilir ama sermaye tanrısı varlığını ve asıl amaç olduğu hakikatini hep sürdürür.
Serf ve vassal ile sömürgeci-sömürge arasındaki ilişkide ikiliklerle yürüyen süreç sermayenin ve erkin yeniden üretimini sağlıyordu. Şimdi meşruluk halka verilmiş olsa da aşkın olan hala devlet-egemendir. Devlet ile halk arasındaki ilişkinin dolayımı değişse de sermaye ve erkin yeniden üretimi temel motivasyondur. Modern devlet erkini yeniden ve yeniden üreterek güçlendikçe halkı piyasanın insafına terk eder.
Peki buna karşı ne yapmalı? Kurtuluşun imkanını aramaksızın ikilikler içinde sıkışmaya devam mı etmeli? Modernite, Aydınlanma ve ilerleme fikirlerine olan bağlılığı sürdürerek hakikati ret etmek ve sömürülmeye devam etmek mi, politik teolojinin lensleriyle her iktidar ilişkisinde kutsalın (Baba-Tanrı-Devlet vd.) ilişkisini arayarak sermaye tanrısını görmezden gelmek mi gerekir?
Bir ihtimal daha var. Tarihi ikilikler üzerinden okumayı ve aşkın olanın dışsal ve içkin olan hallerini soruşturmaya tabi tutmayı başararak bir üçüncü yolu, tüm bir tarihi ve üretimini ret etmeden bugünün ve geleceğin perspektifinde yeniden okuma gerekliliği ortada duruyor.
Walter Benjamin temel çelişkisi kapitalizm-tarihsel materyalizm olan düşünüşünde aşkın olanı yeniden konumlandırma teklifinde bulunur. Ona göre “…sürekli kazanması öngörülen, “tarihsel materyalizm” diye adlandırılan kukladır. Bu kukla, bilindiği üzere, günümüzde artık küçük ve çirkin olan, kendini göstermesine de izin verilmeyen tanrıbilimi de hizmetine aldığı takdirde, herkesle rahatça başa çıkabilir.”[5]
Tarihsel materyalizmin hizmetine alınmış bir teoloji kurtuluşun imkanlarını yaratabilir mi? Kapitalist modernitenin iktidar üretimini sağladığı ve egemenliğini sürdürdüğü, Sermaye Tanrısının birikime devam ettiği bir zamanda, başkalarının aşkınlığına benzemeyen; yeni bir aşkınlık ve asabiyeti inşa ederek başarmak mümkün müdür?
Gerçek bir eşitlik ancak tarihsel materyalizmin zaferiyle mümkün ve kurtuluşun imkânı, tarihsel materyalizmdeyse yeni bir perspektife, alet-edevat çantasına, gramere ve yaklaşıma ihtiyaç yok mudur?
Politikanın sıfır noktası konsensüsa değil çelişkiye dayalıysa, hegemonya mücadelesinde mevzi savaşları belirleyici kertelerden biriyse; kapitalist sistemin alet-edevat çantasında yer alan bir siyasallık biçimini alternatif bir siyasallık biçimiyle karşı karşıya getirmek zafer için gerekli hamlelerden biri değil midir?
İnsanlık tarihi, insanlığın yürüdüğü yolun anlatısıyken bu anlatıyı tek şerit yolda şekillendiren, insanlık muhayyilesini tutsak eden düşünceler sistematiği ve kapitalist modernite bu dergide deşifre olacak.