Türkiye'de siyasal tarih, kırılma anlarının belirlediği, yönü sıkça değişen bir seyir izler. Barış ve Demokratik Toplum Süreci olarak anılan dönem de, bu kırılmaların en derin ve en çok tartışılan başlıklarından biri olmayı sürdürüyor. Savaşın sadece cephede değil, toplumun dokusunda da hüküm sürdüğü bir coğrafyada, barışı yalnızca silahların susması olarak değil; toplumsal, siyasi ve düşünsel bir dönüşüm süreci olarak ele almak, kapsamlı bir değerlendirmeyi zorunlu kılıyor. Bu röportaj, barışı bir "hal" olarak düşünmenin olanaklarını ve gerilimlerini çok katmanlı biçimde tartışmaya açıyor.
Barış süreci olarak adlandırdığımız dönemin ortaya çıkmasını sağlayan siyasal, toplumsal ve tarihsel koşullar nelerdi?
CEVAP: Bu süreci tek başına Barış süreci olarak nitelendirmek eksik kalır. Barış ve Demokratik Toplum Süreci olarak tanımlamak hem sürecin karakterini ortaya koymak hem de gereklilikleri belirlemek açısından daha isabetli olur. Süreci Barış ve Demokratik Toplum Süreci olarak nitelendirmek, sorunuza objektif yanıtlar geliştirilmesini de kolaylaştıracaktır. Buradan hareketle süreci iki başlıkta ele almak mümkün. Birincisi Barış, ikincisi Demokratik Toplumdur. Adı üzerinde Barış, savaşan, çatışan, kavga eden iki tarafın varlığına işaret eder. Kürt sorunu bağlamında çatışmanın tarafları olan PKK ve Türkiye Cumhuriyeti Devleti, doğal olarak barışın da muhatapları olacaktır. Sayın Öcalan’ın İmralı’da yaptığı görüşmelere dair titizlikle, “ben burada iktidarla değil devletle görüşüyorum” demesi de meselenin bu karakteriyle ilgilidir. Kimi çevreler, “AKP-MHP iktidarı devletleşti, ortada bir Parti-Devlet var” gibi itirazlarda bulunabilirler bu ifadeye. Elbette bu kendi içinde tartışılabilecek bir konu. Ancak bu röportajın konusu değil. Vurgulamak istediğimiz Demirel’in değimiyle “29. Kürt İsyanının” lideri Öcalan, isyan ettiği devletle Barış masasında görüşmektedir. Bu nesnel bakış açısı, bizi aynı zamanda Kürt meselesini gündelik siyasi çekişmelere daraltan yaklaşımlardan kurtararak, sistemin demokratik dönüşümüne, bir başka değişle sistemsel arayışlara, tartışmalara yakınlaştıracaktır. Bu yönüyle mevcut süreci, Kürt halkının varlık ve özgürlük sorununun, inkâr ve imha politikalarının dışında diyalog-müzakere yöntemiyle çözme çabaları olarak tarif edebiliriz. Peki bu süreci harekete geçiren koşullar nelerdi? Ana başlıklarıyla sıralayacak olursak;
Birincisi, Kürt meselesinin devlet tarafından ele alınma biçimidir. Kürt sorununa resmi paradigmanın yaklaşımı, sistemin karakterini de temelde belirlemektedir. Buradan ele aldığımızda geçmiş yüz yılını Kürt sorununun çözümsüzlüğü üzerine bina etmiş ve dolayısıyla da anti demokratik bir damarı Cumhuriyetin temel karakteri haline getirmiş sistem, sürdürülebilir olmaktan epey uzaklaştı. İçerde yaşadığı çoklu krizlerin ana etmenlerinden birisi buydu.
İkincisi, Kürt meselesinin bölgesel karakteri ve buna bağlı olarak Ortadoğu merkezli uluslararası hegemonya kavgasında belirleyicilik özelliğiyle ilgilidir. Öcalan’ın değimiyle “kapitalist modernitenin bölgedeki hegemonik hesaplarına uygun olarak düzenlenen bağımlı ulus devletçiliğe” dayanan mevcut Ortadoğu düzeni, birçok yönüyle aşılmak durumundadır. Bu durumu, Sykes-Picot’ya dayalı sistemin, Ortadoğu’nun çekirdek gücü olarak kurulan İsrail’in ve ABD’nin yeni ihtiyaçlarının sonucu zorunlu olarak değişim süreci olarak da tarif edebiliriz. Bu zorunluluğa bağlı olarak 7 Ekim 2023’ten bugüne İsrail’in sahadaki askeri saldırıları ve siyasi-ekonomik yayılımı, iç demokrasisi sancılı olan Türkiye Cumhuriyeti Devletini de özellikle Kürt sorunu bağlamında yeni hamlelere sevk etti.
Üçüncüsü de Öcalan’ın kendi hareketini yapısal, programatik ve buna bağlı olarak mücadele yol ve yöntemleri bağlamındaki değişim-dönüşüme tabi tutma çabalarıdır. Özellikle 2000’li yılların başından itibaren geliştirdiği yeni paradigma eksenindeki bu değişim dönüşüm ısrarı, devletin kendisini bekleyen tehlikeleri görerek adım atma zorunluluğuyla buluştuğunda, süreç doğal olarak da ivme kazandı. PKK’nin stratejik değişim dönüşüm zorunluluğuyla sahanın gerçeklerinin devlet açısından yarattığı zorunlulukların zamansal kesişmesini, Barış ve Demokratik Toplum Sürecinin temel dinamiği olduğunu belirtebiliriz.
Devlet Bahçeli gibi bir siyasetçinin Kürt sorununa yaklaşımında bu denli belirgin bir değişimi mümkün kılan siyasal, sosyolojik ve ekonomik dinamikler nelerdir? Bu dönüşüm, Fransa’nın Cezayir’den çekilme kararını alan Charles de Gaulle’ün geçirdiği siyasi evrimle tarihsel ya da siyasal düzeyde karşılaştırılabilir mi?
CEVAP: Devlet Bahçeli, siyasal varlık gerekçelerinin bir sonucu da olsa gerek, 7 Ekim 2023’te İsrail’in Filistin’e saldırısıyla başlayan süreçte Türkiye’yi devlet olarak bekleyen tehlikenin gayet farkında olarak harekete geçti. Tabi bu refleks devletçi bir refleks. Devletin güvenliğinin, inkâr ve onun doğal bir sonucu olan savaş politikalarıyla değil diyalog ve müzakereyle, sorunun kendisini ve muhataplarını tanımayla mümkün olabileceğinin de kabulü anlamına geliyor. Sermayenin güvenliği ve serbest dolaşımına dayalı kapitalist-emperyalist sistem içindeki küresel hegemonya savaşında görünen o ki 21. yüzyıl kendi dengelerini kuruyor. Bu yeni denge arayışlarında özellikle Ortadoğu’daki devletlerin 20. yüzyıla dayanan pozisyonları da dramatik olarak değişiyor. Artık hiçbir devletin bu değişimden kaçamayacağı şimdiden netleşmiş tablolardan birisi olarak karşımızda duruyor. Yeni dünya ve buna bağlı olarak yeni Ortadoğu arayışlarının hız kazandığı bir dönemde, siyasal sorunlarını çözemeyen her devlet, halkların sınırları aşan etkileşim düzeylerinin de etkisiyle sosyal yarılma ve ekonomik çöküş tehlikeleriyle her zamankinden daha fazla baş başa kalacağa benziyor. Özetle Bahçeli’yi sürecin temel aktörlerinden birisi haline getirenin, bu okumalar olduğunu söylemek mümkün.
Pek üzerinde düşünmemekle birlikte Bahçeli’deki dönüşümün Charles de Gaulle’deki dönüşümle karşılaştırmak, bizi kimi sistemsel çıkarımlara götürebilir. Cezayir’i bağımsızlığa götüren iki dinamik vardı. Birincisi Cezayir ulusal kurtuluş mücadelesi, ikincisi ise bu ulusal kurtuluş mücadelesinin de tetiklemesiyle Fransa’da Dördüncü Cumhuriyet döneminde yaşanan sistemsel krizdi. O dönem Fransa’sı De Gaulle’ü göreve çağırarak, yetkilerini de arttırarak iç krize çözüm bulmaya çalışmış ve sistemin bu krizine çözüm arayışlarının sonuçlarından birisi olarak Cezayir bağımsızlığına kavuşmuştu. Cezayir’in bağımsızlığını kazanması, Fransa’nın hem krizlerine yanıt oluşturması hem de bu sistemsel dönüşümde önemli bir faktördür. Cezayir konusunda “sömürgeci realizm” yaklaşımını geliştiren De Gaulle’ün oynadığı rol elbette tarihidir. Türkiye’de sürecin nereye evrileceğinden bağımsız olarak Kürdistan sorunu bağlamında Bahçeli’nin, Cezayir sorunu bağlamında De Gaulle’ün oynadıkları tarihsel rollerinin ortak özellikleri, üç başlıkta toplanabilir: Milliyetçi dünya görüşleri, devletlerinin yaşadığı sistemik krizlere çözüm arayışları ve bu çözüm arayışında geliştirdikleri realist yaklaşımları.
Barış sürecinin başından itibaren demokratik alan çalışmalarındaki temel mottolarından biri “barışı toplumsallaştırmak” oldu. Bu söylemle ne ifade edilmek isteniyor? “Barışı toplumsallaştırmak” kavramı ile Kant’ın “Ebedi Barış” nosyonu arasında bir kuramsal bağ kurulabilir mi? Kant’ın evrensel hukuk, karşılıklı tanınma ve kalıcı barış ilkeleri, demokratik alan çalışmalarının vizyonu ile nasıl örtüşüyor?
CEVAP: Oslo ve İmralı süreçleri olarak nitelendirilen son iki çözüm süreçlerinin en kırılgan yönü, Barışın toplumsal iradesini, müdahalesini, örgütlülüğünü ve bilincini etkili düzeyde açığa çıkaramamaktı. Barış, sadece devlet ve Kürt Hareketi arasına sıkıştığında; bir değer, davranış biçimi ve mücadele bilinci olarak topluma içkin olmadığı sürece zayıf ve kırılgan olacaktır. Kürt Hareketi ve lideri Öcalan da bu tehlikenin farkında olarak barışın toplumsallaşmasına stratejik önem atfetmektedir. Özellikle söz konusu olan Kürt sorunu olduğunda, on yılların savaş ortamında şekillenmiş toplumsal ilişkilerinde barışı temel karakter haline getirmek, tüm toplumsal kesimlerin, örgütlü çevrelerin temel sorumluluk alanındadır.
Barışın toplumsallaşması, aynı zamanda topluma savaşı dayatan iktidarcı ve devletçi güçlerin karşısında toplumun ahlaki ve politik direnişi olarak nitelendirilebilir. Kant, savaşın kötü yönetimlerin, kurumların ürünü olduğunu belirtirken topluma dışarıdan dayatılan bir şey olduğu fikrine oldukça yakınlaşır. Bugün Barış ve Demokratik Toplum sürecini de değerlendirirken özellikle devletin bu sürece Ortadoğu’daki tehlikelerin farkında olarak zorunlu olarak girdiği yorumu, hâkim görüş durumundadır. Kant’a göre de barış bir zorunluluk değil ahlaki bir yükümlülüktür. Buradan hareketle Kant’ın Ebedi Barış yaklaşımını da sürece tercüme edecek olursak, devlet ve iktidar için “iç cephe tahkimatı” ihtiyacıyla zorunlu olan barış meselesini, toplumun kendisine dışardan ve üstten dayatılan savaş politikalarına karşı ahlaki bir görev yüklenerek kendi doğasına en yakın hal olan Barış halinin kalıcılaştırıldığı bir sisteme dönüştürmek önemli bir çabadır. Barış mücadelesinde toplumun politik ve ahlaki karakteriyle devletin savaşı -kültürel, yapısal boyutuyla da- sistemsel bir kimlik haline getiren karakteri karşı karşıyadır. Bu yönüyle de barışın bir mücadele süreci olduğunu akılda tutmak önemlidir.
Öte yandan Kürt varlık sorunu, sadece ulusal ölçekte bir sorun değil uluslararası bir sorun olarak, ilgili tüm evrensel hukukun da temel sorunudur. Varlığın hukuksal tanımı, karşılıklı tanınma kültürünü besleyeceği gibi Öcalan’ın sıkça belirttiği siyasi tanınma sürecini de hızlandıracaktır. Özetle Kant’ın evrensel hukuk, karşılıklı tanınma ve kalıcı barış ilkeleri, Kürt sorunu bağlamında, Kürt halkının hukuken ve siyaseten tanınırlığını sağlayan ilkeler olarak da nitelendirilebilir. Hukuki ve siyasi tanınırlık, sadece silahların susması anlamına gelecek negatif barışı değil aynı zamanda barışın toplumun tüm kılcal damarlarına kadar işlediği, şiddetin kültürel ve yapısal olarak da ortadan kalktığı pozitif barışı doğuracaktır. Öcalan da Kürtler ve devlet arasındaki ilişkileri evrensel hukuk, demokratik uzlaşı ve özgür siyaset düzlemine çekerek barış halini kalıcılaştırmak istemektedir. Bu anlamda Öcalan’ın üç ilkesiyle Kant’ın sözünü ettiğiniz üç ilkesi arasında son derece yakın bir ilişkisellik kurulabilir.
27 Şubat’ta Halklar Önderi’nin çağrısıyla başlayan ve PKK’nin 12. Kongre kararlarıyla yeni bir evreye giren mücadeledeki dönüşüm anlayışını, demokratik alan çalışmalarının vizyonu ve misyonu doğrultusunda nasıl değerlendirmeliyiz?
CEVAP: PKK 12. Kongresindeki fesih kararının, Öcalan ve Hareketinin diriliş-özgürlük diyalektiğiyle doğrudan ilgisi var. Bu yaklaşıma göre 50 yılı aşkın mücadele, diriliş-varlık mücadelesi dönemi ve özgürlük-kurtuluş mücadelesi dönemi olarak iki evreye ayrılıyor. PKK, Kürt halkının varlığının inkâr edilmesine ve buna bağlı olarak gelişen yok sayma, imha etme politikalarına karşı Kürt halk varlığının kabulünü silahlı mücadele yöntemiyle yürütmüş bir örgüt neticede. Elbette tek başına silahlı bir örgüt tanımına sıkıştırılamayacak kadar siyasal ve toplumsal bir hareket olarak tarih sahnesindeki yerini aldı. PKK ve lideri Öcalan, gelinen aşamada Kürt halkının varlıksal inkarının ortadan kaldırıldığı ve inkarcılığın tarihsel olarak kaybettiğinden hareketle silahlı mücadelenin tarihsel rolünü oynadığını belirtiyorlar. Bu bir anlamda Diriliş Devrimi olarak kayıt altına alınıyor. Gelinen aşamada Kürt halkının varlık mücadelesi kazanılmış olsa da halen Kürt halkının yasal, anayasal haklarının tesis edilmediğini de not etmek gerek. İşte tam da bu aşamada Sayın Öcalan inkarcılığı ortadan kaldıran silahlı mücadele yönteminin yerine özgürlüğü sağlayacak, siyasi ve hukuki tanınırlık mücadelesini yürütecek olan demokratik, meşru siyasal mücadele yöntemini ikame ediyor. Varlık mücadelesinin yürüten şiddet örgütü yerine özgürlük mücadelesini yürütecek olan demokratik örgütü öneriyor. Tabi ki bu önermenin arkasında 50 yılı aşan mücadele sürecindeki toplumsallaşma düzeyine, onun politik hafızasına, deneyimine, yeteneğine ve örgütlülüğüne duyulan güven var. Barış ve Demokratik Toplum Süreci olarak nitelendirilen ve PKK’nin feshinin ve silahlı mücadele yönteminin terkedilmesinin kararlarının alındığı bu süreç, tek başına Kürt sorunu bağlamında çözüm süreci olarak ele alınılırsa eksik bir yaklaşım olur. Tarihsel olarak, Kürt sorununun demokratik çözümünü de içeren, Kürt halkının özgürlük aşamasına geçiş süreci olarak nitelendirmek daha isabetli olur. Özgürlük aşaması ya da özgürlük mücadelesi de Kürt halkının demokratik ulus perspektifiyle kendini örgütleyerek uluslaştırdığı ve bir arada yaşadıkları halklarla dayanışma ve özgürlük bilinci temelinde buluştuğu, sorunlarına ortak çözüm ürettiği bir çerçeveyi sunuyor. Yeni paradigmada, bir başka değişle özgürlük paradigmasında politik özne, halkın kendisi, öz örgütlülüğü oluyor. Demokratik Komünler Birliği olarak da ifade edilen yeni dönem, toplumun tüm hücrelerine kadar örgütlendiği; öz savunmasını ve özgürleşme aşamasını bu sistemle sağladığı bir dönem olarak da anlaşılabilir.
Halklar Önderi’nin mektuplarında sıklıkla vurgulanan eşit yurttaşlık, demokratik sosyalizm, kadın özgürlüğü ve gençliğe yönelik özel çağrılar toplumda —sizin gördüğünüz kadarıyla— nasıl karşılık buluyor?
CEVAP: Bu konuda söyleyebileceğim ilk şey, Sayın Öcalan’ın belirttiğiniz konulardaki fikirlerinin toplumda, örgütlü çevrelerde ve entelektüel dünyada tartışmaları oldukça canlandırdığı yönünde olacaktır. Özellikle toplumsal mücadele güçlerinin, sosyalist çevrelerin içindeki son yıllardaki ideolojik-politik durağanlığın, karşılıklı polemik yoksunluğunun yerini, tartışmaların ve oldukça katılımcı, aktif bir tartışma ortamının aldığını kabul etmek ve bunun kıymetini bilmek önemli. Kürt hareketi ve Sayın Öcalan, bu yönüyle halkların ve ezilenlerin mücadelesine sadece pratik katkılar değil ciddi ideolojik, politik, düşünsel katkılar da sunuyor. Kimi konularda farklı görüşler, yaklaşımlar olabilir. Ki bu, bizi daha da zengin ve güçlü kılacaktır. Bu tartışmaları, örgütler ya da aydınlar-düşünürler arası bir iş olmaktan çıkarıp, tıpkı 60’lı,70’li yıllardaki gibi evlere, üniversitelere, emekçi-yoksul semtlere, fabrikalara, tarlalara yaymak, toplumun temel gündemi yapmak, dönemin en temel demokratik-devrimci-yurtsever görevidir. Özellikle Gençlik Hareketlerinin süreci ve süreç kapsamındaki tartışmaları halka taşırmak, halkın temel gündemi yapmak hem genel olarak Gençliğin ideolojik-politik öncülük görevinin bir gereği hem de özel olarak yeni dönemde öncülük görevinin en temel kriteridir. Bu tespitimiz, aynı zamanda Sayın Öcalan’ın son süreçte ele aldığı konuların yeterince ve doğru temelde topluma ulaştırılmadığı, gündem yapılmadığı yönünde bir yetmezliğimizin, eksikliğimizin ifadesi olarak anlaşılmalıdır. Sürecin gerçek anlamda toplumsallaşmasında ve doğru rotaya sokulmasında demokratik-devrimci-yurtsever Gençlik Hareketlerinin oynayacağı tarihsel rolü ıskalamamak, hepimizin sorumluluğundadır. Bu süreç Gençlik Hareketlerinin uzunca bir süre sonra daha güçlü tarih sahnesinde hak ettiği yeri alacağı yeni politik kompozisyonların da oluşacağı bir süreç olarak ele alınmalı, değerlendirilmelidir. Dönem, özellikleri itibariyle Gençlik örgütlerine gerçek anlamda hareket hüviyeti kazandıracak dışa dönük hamle koşullarının fazlasıyla mevcut olduğu bir dönemdir. Bu tarihi fırsatı nasıl değerlendireceğimiz konusu ise örgütlü gençliğin temel gündemi olduğu kadar tüm mücadele örgütlerinin de temel gündemi olmak durumundadır.
Sürecin ilerleyebilmesi adına bir tarafın samimi ve somut adımlar attığı, buna karşın devletin yaklaşımının söylem düzeyinde kaldığı yönünde yaygın bir kanaat var. Sizce bu asimetrinin temelinde ne yatıyor?
CEVAP: Bu asimetri elbette sadece tarafların samimi ya da samimi olmayan niyetleriyle açıklanacak bir durum değil. Bu konuda kamuoyunda bir düzeyde yanlış bir tartışma da var. Sonuç olarak bir tarafta yüz yılı aşkın bir süre boyunca Cumhuriyeti anti demokratik-tekçi-inkârcı inşa eden devlet tarafı var. Diğer tarafta ise bu sisteme itiraz etmiş bir hareket var. Haliyle bu tarihsel karşı karşıya gelişin, son süreçte de kendisini yaklaşım farkıyla açığa çıkardığını görüyoruz. Kürt Özgürlük Hareketi ve Öcalan, bu süreci Kürt sorununun demokratik temelde çözümüne ve beraberinde Türkiye’de sistemin demokratik temelde dönüşümüne evriltmeye çalışıyor. İdeolojik yapılanmaları gereği, her devlet gibi Türk ulus devletinin de bu sürece demokratik bir zihniyet temelinde yaklaşmadığını, yaklaşmayacağını kabul etmek gerekir. Ancak bu devletlerin ya da onu temsil eden kimi liderlerin belirli tarihsel kırılma anlarında reel okumalar ve adımlar atmayacağı anlamına gelmiyor. Tarih tıpkı De Gaulle (Fransa) De Klerk (Güney Afrika) deneyimlerinde olduğu gibi bunun örnekleriyle dolu. Özellikle Bahçeli’nin aldığı inisiyatifi bu kapsamda değerlendirebiliriz. Dolayısıyla tekçi, baskıcı, totaliter, faşist ve sömürgeci devletlerle buna karşı demokrasi-özgürlük mücadelesi yürüten siyasal hareketler arasındaki diyalog-müzakere süreçlerini sadece gönüllü ve tarafların eş düzeyde pozitif pozisyon alacakları süreçler olarak değerlendirmek pek gerçekçi olmaz. Bu süreçleri de ezilenlerin, halkların ve onların adına hareket eden örgütlerin-hareketlerin, ideolojik-politik-toplumsal mücadele süreçleri olarak ele almak en sağlıklı ve gerçekçi yaklaşım olacaktır. Bu anlamda mevcut Barış ve Demokratik Toplum sürecini de Ortadoğu’nun kaotik ortamının da yarattığı güvensizlik ortamında inisiyatif geliştirmiş devletin reel aklıyla Kürt sorununun demokratik çözümünü ve Demokratik Cumhuriyet’i politik hedeflerinin içerisine almış Kürt Özgürlük Hareketinin diyalog-müzakere zemininde buluşması olarak değerlendirebiliriz. Burada sadece Kürt halkına değil ülkenin tüm ezilenlerine düşen görev de devletin gerekli adımları atmamasına yönelik eleştiriyle kendini sınırlandırmak değil, adım atmasını sağlayacak politik kuvveti, iradeyi açığa çıkarmaktır.
Demokratik alandaki temel misyon, toplumsal muhalefeti örgütlemek. Bu bağlamda, 2013-2015 çözüm süreci döneminde Gezi Parkı eylemleriyle; güncel barış sürecinde ise 19 Mart eylemlilikleriyle çakışan zamanlar dikkat çekici. Türkiye metropollerindeki toplumsal muhalefet dinamikleri ile Kürt sorunu ve çözüm arayışları arasında nasıl bir ilişki kurulabilir?
CEVAP: Türkiye’de yaygın kanaat, Kürt sorunu bağlamında siyasal iklimin yumuşamasıyla Türkiye’deki toplumsal dalgalanmanın tezat olduğu yönündedir. Daha doğrusu birbirini çelen gelişmeler olduğu yönünde yaygın kanaat var. Bu görüşün iki savunucusu var; birincisi Kürt meselesini Türkiye’de bir demokratikleşme sorunu olarak görmeyen ve iktidar kavgası başta olmak üzere Kürt meselesi gibi sistemsel bir sorunu, gündelik siyasal kavganın aracısı kılan iktidar-muhalefet anlayışıdır. Bu anlayış, Kürt meselesinde bir yumuşama, diyalog-müzakere iklimi oluştuğunda bu durumu, siyasal hedeflerini çelmelemek olarak gören, subjektif-egemen-komplocu bir okumaya sahiptir. İkincisi ise Türkiye’de toplumsal muhalefetin yükselişini, Kürt sorununun demokratik çözümüne engel olarak gören Kürt sağıdır. Bu kesim, Kürt halkının on yıllar boyu yaşadığı toplumsal mağduriyetin, travmanın arkasına yaslanarak, kestirmeden —tabi ki toplumsal mücadele gereksinimi de duymadan— demokratik perspektiften yoksun bir “çözümü” savunmaktadır. Aslında bu iki anlayış, birbirine karşıt gibi görünse de özünde anti demokratik, milliyetçi, sağcı değerlerde ortaklaşmaktadırlar. Oysa denklem oldukça basit ve yalındır. Kürt sorunu, Türkiye’nin bir demokrasi sorunudur, sistem sorunudur. Aynı şekilde Türkiye demokrasi mücadelesinin en temel başlıklarından birisidir. Sistemin inkârcı, tekçi kodlarla kendisini inşa etmesi boyutuyla da bu durum böyledir. Dolayısıyla Kürt meselesinde inkâr ve imha amaçlı savaş konsepti hâkim olduğunda, Türkiye’deki toplumsal muhalefetin söz, örgütlenme ve eylem başta olmak üzere politika alanı daralırken; Türkiye’de toplumsal muhalefetin hak, hukuk, adalet, demokrasi ve özgürlük talepleriyle yükselişi, Kürt sorununun demokratik bir içerikle çözümünü daha mümkün kılan, bunun toplumsal muhataplığını ve toplumsal değerlerini daha güçlü kılan bir zemini yaratıyor. O nedenle Türkiye’deki demokrasi mücadelesiyle Kürt halkının özgürlük mücadelesini birbirini çelen değil birbirini tamamlayan, besleyen; halkların demokrasi ve özgürlük mücadelesinin müttefikleri olarak gören bir yerden ele almak doğru olandır. Kürt sorununu, karşısındaki muhalefeti parçalamanın, zayıflatmanın, mümkünse tasfiye etmenin aracı kılmak isteyen iktidar aklı ve pratiklerinin de farkında olarak, ‘Türkiye’de demokrasi, Kürdistan’da özgürlük’ perspektifinin, ezilenlerin ve halkların demokratik geleceğini belirleyen temel perspektif olduğu unutulmamalıdır. Ayrıca Kürt sorunu bağlamında diyalog ve müzakereyle yumuşayan siyasal iklimlerde, Gezi gibi halk itirazlarının yükselişe geçtiğini; Kürt sorununun hukuki ve siyasi zemine çekilmesiyle Türkiye’de demokratik halk muhalefetinin yükselişinin paralel olduğunu kayıt altına almakta yarar var.
Barış süreciyle ortaya çıkan tarihî fırsat doğrultusunda, demokratik toplum sosyalizmini inşa etme hedefi için atılacak adımlar nasıl bir strateji ve taktik gerektiriyor? Önümüzdeki dönemde bu doğrultuda nasıl bir yol haritası öngörüyorsunuz?
CEVAP: Sayın Öcalan’ın Demokratik Toplum vurgusu ve çağrısı, sürecin halklara, topluma mal edilmesi çağrısı anlamına geliyor. Bu da topluma mal edilmeyen, toplumun özne olmadığı süreçlerin gerçek bir demokratik dönüşüme, sistemsel dönüşüme hizmet etmeyeceği ön kabulüne dayanıyor. Bu anlamda Barış başlığını, dar yorumuyla Kürt meselesinin çatışma zemininden uzaklaştırılması ve hukuki-siyasi zemine çekilmesi olarak ele almak mümkün. Kürt Özgürlük Hareketiyle devlet arasındaki ilişkinin bir nevi silahlardan arındırılması ve diyalog-müzakere zeminine çekilmesi de diyebiliriz bu duruma. Bu diyalog ve müzakere ortamının sağlanması için de iktidarı ve muhalefeti bu sürece daha çok teşvik edecek pratik adımların atılması, Meclis başta olmak üzere siyaset kurumunun rolünü oynayabilecek koşulların zorlanması ve bu konularda yaratıcı yol yöntemlerin geliştirilmesi önemli. Bu yönleriyle Barış, somut yol, yöntem ve taktik arayışların, yaklaşımların daha çok öne çıktığı bir mevzu olarak nitelendirilebilir. Demokratik Toplum ise iktidarından muhalefetine; siyaset kurumunun üzerine düşen rolü daha doğru, kararlı ve tutarlı yürütebilmesi için toplumun barış fikriyatı da dahil yaşamsal sorunları etrafında örgütlenerek sürece müdahil olması olarak da içeriklendirilebilir. Demokratik toplum perspektifiyle hem gündelik mücadeleyi vermek hem de barış hedefini de kapsayan bir yerden ezilenlerin mücadele sistemini inşa etmek, ayakta tutmak da demokratik toplum yaklaşımımızın zorunlu bir çıktısıdır. Toplumun öz örgütlülükleriyle sürece girmemesi durumunda, gerçekleşecek olan Barış, egemenlerin hedeflerine daha yakın ve değerlerine daha içkin olabilecektir. Barış’ı ezilenlerin kurtuluş hedeflerine daha yakın tutmak ve halkların demokratik, özgürlükçü değerleriyle daha güçlü yüklemek ancak ve ancak demokratik toplum çabasıyla mümkündür. “Ancak ve ancak” olarak ele aldığımız demokratik toplum ise stratejik yaklaşımımızın en somut, aydınlatıcı ifadesidir. Demokratik Toplum Sosyalizmi de barış ve demokratik toplum çağrısının bağrında yatan ezilenlerin güncel mücadeleleriyle onların zihni, ideolojik, programatik, örgütsel, toplumsal sistemlerinin iç içe ele alınmasıyla; mücadele ve karşı-sistem örücülüğü bir aradalığıyla mümkündür.
İnsanlık tarihi, insanlığın yürüdüğü yolun anlatısıyken bu anlatıyı tek şerit yolda şekillendiren, insanlık muhayyilesini tutsak eden düşünceler sistematiği ve kapitalist modernite bu dergide deşifre olacak.