Logo Eşitliğe Ve Özgürlüğe Yürüyüş... Eşitliğe Ve Özgürlüğe Yürüyüş...

GÜRCİSTAN’DA YEREL OTORİTERİZME VE ÇOK KUTUPLU EMPERYALİZMLERE DİRENİŞ: PROTESTOLARA DERİNLEMESİNE BİR BAKIŞ

Sovyet ilhakına karşı Gürcistan’da patlak veren isyanın 100. yıldönümünde, Rus egemenliğinden kurtulma mücadelesi, son aylarda giderek büyüyen halk mobilizasyonunun başlıca itici gücü olmayı sürdürüyor. Ancak bugünkü hareket, bölgede etkisini artırmaya çalışan iki emperyal güç — Avrupa ve Rusya — arasında bir tercihin ötesine geçen bir ufka işaret ediyor. Hem yerel otoriter rejime hem de Kafkasya üzerinde etkisini sürdüren yabancı ekonomik güçlere karşı büyüyen toplumsal öfkeyi ifade ediyor.

Hakim medya söyleminin aksine, bu halk hareketi yalnızca Gürcistan’ın Avrupa Birliği’ne entegrasyon talebiyle sınırlı değil. Uzaktan bakıldığında Ukrayna’daki 2014 Maidan devrimini andırabilir; ancak bu özgül mücadelenin barındırdığı derin sarsıntıyı anlamak için daha yakından bakmak gerekiyor.

Bu makale, sürgünde yaşayan bir Gürcü anti-otoriter tarafından Tiflis, Kutaisi ve Zugdidi’deki yerel kolektiflerle yürütülen temaslar doğrultusunda hazırlanmıştır. Gürcüler ülkelerini “Sakartvelo” adıyla anıyor.

 

Giriş

Gürcistan sokaklarında neler olup bittiğini ne nostaljiye kapılarak ne de isyan romantizmine düşerek anlayabiliriz. Bunun için, yükselen toplumsal öfkeye kulak vermek şart. Bu yazı, özellikle Batı Avrupa’da—ve genel olarak Batı’da—yaşayan, Gürcistan’daki hareketi (ve Ukrayna ile Çeçenistan gibi Sovyet sonrası bağlamlardaki diğer mücadeleleri) yalnızca Avrupa-Atlantik bloğunun çıkarlarıyla hizalanmış olarak gören indirgemeci kampçı düşüncelerin etkisindeki okurlara sesleniyor. Bu yaklaşım, söz konusu hareketlerin Rus emperyalizmi ve içerideki otoriter politikalar karşısında taşıdığı jeopolitik anlamı görmezden geliyor.

Bir de, uzaktan izleyen ve meseleyi kafa karışıklığıyla karışmış bir coşkuyla takip edenler var. Medyada aniden patlayan ilgi —ki 2008’deki savaşta bile bu ölçekte bir ilgiyi “hak etmemiştik”— yalnızca hikâyenin bir kısmını yansıtıyor. O da genellikle, su toplarına karşı cesurca dalgalanan Avrupa bayrakları ve altın yıldızlı simgelerin isyancı estetiğiyle sınırlı.

Batı’nın ilgisini çekmenin yolu ya trajedi ya da gösteridir. Biz zaten onlarca yıldır bolca trajedi yaşadık. Ancak Sovyet sonrası coğrafyaların yakın tarihi, savaşların ve çatışmaların gölgesinde kalan kasvetli bir leke olarak duruyor: ne medya izleyicisinin ilgisini çekecek kadar yakın, ne de suçluluk uyandıracak kadar uzak.

Bizim ülkemizde görülmeye değer olan genelde sokaklarda değil, dağlardadır. Fakat bu kez, havai fişeklerle yürüyen protestocuların görüntüleri, polisle doğrudan karşılaşmalar, kana bulanmış yüzler hem ana akım medyada hem de isyancı çevrelerde yankı buldu.

Fransız haber kanalı BFMTV, Tiflis’teki Rustaveli Caddesi’nden ayaklanmaları canlı yayınlarken, Gürcistan Başbakanı Irakli Kobakhidze’nin dili, Fransa’daki Sarı Yelekliler hareketi sırasında aynı kanalda duyduğumuz söylemi andırıyordu: “şiddet yanlısı isyancılar” ve “kolluk kuvvetlerine saldıranlar.” Avrupa’dan bazı siyasetçiler ise polis şiddetine şaşkınlıkla tepki verirken, devletin baskı araçlarının orantısız kullanımını eleştiriyor. Aynı anda Gürcistan’daki iktidar partisi “Gürcü Rüyası” ise, Avrupa şehirlerindeki polis saldırılarını ve baskınları gösteren görüntüleri kendi Batı karşıtı propagandasında kullanıyor.

Peki, tüm bu ilgi neden şimdi? Bu olayların arkasında hangi jeopolitik ve ekonomik dinamikler yatıyor? Karşımızda, Batı ve Rusya yanlısı güçler, BRICS (Brezilya, Rusya, Hindistan, Çin ve Güney Afrika’nın oluşturduğu ulusötesi ittifak) ve Avrupa-Atlantik aşırı sağıyla dirsek teması kuran yerel otoriter bir rejim ve ölümcül yöntemler kullanan neoliberal ilerlemecilik var. Ama Gürcü halkının kendi mücadelesi ne? Hükümete ve artan otoriterliğe karşı duyulan öfkenin gerçek nedenleri neler?

Batı Avrupa’ya ulaşan görüntülerden öteye geçmek için, yaşananları hem yerel bağlamına yerleştirmeli hem de daha geniş bir çerçevede, Sovyet sonrası dönemin tamamı içinde değerlendirmeliyiz.

 

Yerel Otoriterizm Bağlamında Ulusal Eylem Hareketi

Her ne kadar protestocular geçtiğimiz haftalarda gece boyunca sokakları zapt etmiş ve birçok şehirde eylemler ivme kazanmış olsa da, yaşananlar esasen geçtiğimiz bahar “yabancı ajan” yasasına karşı başlayan toplumsal hareketin devamı niteliğinde.

Perde arkasında, parlamento seçimleri iktidar partisi —oligark Bidzina Ivanishvili’nin yönettiği Gürcü Rüyası— lehine açıkça hileli biçimde kurgulanmıştı. Başbakan, Gürcistan’ın Avrupa Birliği’ne entegrasyon sürecini 2028’e kadar askıya aldığını duyurmadan önce bile, halk seçim sonuçlarını sorgulamak ve yeni seçim talep etmek üzere sokaklara dökülmüştü. Polis bu eylemleri şiddetle bastırdı, halka acımasızca saldırdı, gözaltılar gerçekleştirdi; eylemciler sadece polis şiddetiyle değil, aynı zamanda sivil saldırganlar, hapis cezaları ve yasal baskılarla da karşı karşıya kaldı. Ancak tüm bu baskıya rağmen, grevler, devlet bürokrasisinden istifalar ve bölgesel okullardaki öğrenci hareketliliği giderek güç kazandı, seçim meselesinin ötesine taşındı. Halk, Gürcistan Kamu Yayıncısı First Channel’ı işgal etti.

Zaten mevcut olan çeşitli kolektifler bu sürece katıldı: çevreye zarar veren projelere karşı mücadele eden bölge halkı, barınma hakkı için örgütlenen öğrenci hareketleri, feminist ve kuir kolektifler, tahliyelere karşı çıkan mahalle direnişleri. Bugün otoriterlik tehdidi herkesin karşısında beliriyor; eylemlerin bastırılması için olağanüstü hâl ilanı ve sokağa çıkma yasağının yanı sıra, devlet bürokrasisinin yeniden yapılandırılması da gündemde. Bu da doğrudan rejimi eleştiren kamu emekçilerinin kitlesel biçimde görevden alınmasına işaret ediyor.

Polis baskısı da giderek yoğunlaşıyor. Reşit olmayanlar dahil olmak üzere yüzlerce kişi tutuklandı; polis, sokaklarda insanları darp ediyor, gözaltına alıyor ve aşağılıyor. Birçok kişi hastanelik oldu, bir genç yoğun bakıma alındı. Çevik kuvvetten istifa etmek isteyen memurların, görevi bıraktıktan sonra ülkeyi terk eden bir meslektaşlarının aktardığına göre, ciddi baskılara maruz kaldıkları ortaya çıktı. Son günlerde, eylemcileri ve gazetecileri bastırmak için sivil giyimli, silahlı “zonderebi” ve “titushkebi” grupları sokaklarda boy gösteriyor — bu kişiler devletin kirli işlerini yürütmek üzere görevlendirilmiş paramiliter unsurlar. Hükümet, bu ulusal ölçekteki hareketi bastırma kapasitesini artırmak adına yeni bir polis reformu duyurdu: bu reform, polisliğe alımları hızlandırmak amacıyla rekabetçi sınavları kolaylaştıran düzenlemeler içeriyor.

Gürcü Rüyası, 2012’de Mikheil Saakashvili’nin neoliberal ve baskıcı polis rejimine karşı gelerek iktidara gelmişti. Ancak bugün, bizzat aynı polis devletinin sürdürücüsü haline geldi. Parti, şiddeti üç biçimde örgütlüyor: Fransız tarzı sokak baskısı (isyan bastırma silahları, kuşatma, coplama), Rus tarzı adli baskı (eylemcilere yönelik tutuklama ve cezalar), mafyavari yöntemlerle uygulanan fiziksel tehdit ve şiddet (ev baskınları, aile üyelerine yönelen tehditler). Mitinglerde sıkça duyulan “Kotsi” ve “Natsi” gibi aşağılayıcı ifadeler —iktidardaki Gürcü Rüyası ile muhalefetteki Birleşik Ulusal Hareket (UNM) ve müttefiklerini kasteder— halkın her iki tarafa da duyduğu öfkenin açık bir göstergesi. Öfke o denli büyük ki, kamuya açık konuşmalarda ve ekranlarda küfürlü söylemler artık olağanlaşmış durumda. Gürcü Rüyası’ndan önceki dönemde baskı görmüş olan bazı göstericiler, şimdi UNM politikacılarını mitinglerden kovuyor. Eylemciler, gözaltındaki tüm yoldaşların serbest bırakılmasını talep ederken, “Bu iktidarı yaratan polis rejimine karşı direnmek, onun sonunu da getirecektir” diyerek sesleniyor.

Bu çift yönlü reddiyede, karikatürleşmiş ikiliklere karşı derin bir siyasal bilinç gizli: Batı medeniyet projesi ve Rus savaş projesi, ilericilik ve gericilik, Batı’ya boyun eğmek ve bölgesel emperyalizme teslim olmak, aşırı liberal milliyetçilik ve aşırı muhafazakâr milliyetçilik… Bütün bu sahte ikilemlerin kesişim noktasında hareketin isyanı yankılanıyor: dizginsiz polis şiddeti, yaşanamaz hale gelen hayatlar, doğal kaynakların emperyal pazar için sömürülmesi, fakirleşen halk ve karşılığında verilen jeopolitik tavizler.

Hükümet, bu direnişin meşruiyetini sarsmak için kutuplaşma söylemini yeniden canlandırıyor; UNM politikacılarını gündeme taşıyarak bölünmeyi derinleştirmeye çalışıyor. Kendini “kuzeyden gelen savaş tehdidine ve Batı kaynaklı darbe tehlikesine karşı ulusal egemenliğin garantörü” olarak pazarlarken, Ukrayna’yı korkutucu bir örnek olarak sunuyor. Hareketi Maidan isyanı ilişkilendirip bu eylemlerin aslında UNM destekçileri tarafından yönlendirildiğini iddia ediyor. Ukrayna devriminden sonra yaşanan ölümler ve savaş atmosferi üzerinden korku pompalıyor.

Bu Ukrayna-karşıtı propaganda, Maidan isyanının hem toplumsal hem siyasal boyutunu yok sayıyor. Oysa bu, sadece bazı neo-Nazi unsurların kontrol ettiği bir hareket değil. Aynı zamanda hükümetin “savaş karşıtı” gibi sunulan kampanyasıyla da tutarlılık gösteriyor: seçim reklamlarında kullanılan savaş görüntüleri, barış bahanesiyle iktidarı sürdürmek için her türden aşağılık yöntemin sahnelendiğini ortaya koyuyor. İktidar, 2008 savaşını ve 1990’larda yaşanan darbelerle, iç savaşlarla, etnik çatışmalarla şekillenmiş bağımsızlık yıllarının kolektif travmasını istismar ediyor. Tüm bunlar, bugünün hareketini hem tarihsel bir devamlılık hem de gelecek için bir kopuş olarak daha net kılıyor

 

“Yabancı Ajan Yasası”

Polis şiddeti ve hukuki baskının güncel hali, geçtiğimiz baharda kabul edilen yeni bir yasayla mümkün kılındı. Bu yasa aynı zamanda Batı karşıtı otoriter ideolojik retoriğin temelini oluşturuyor.

“Yabancı güçlerin etkisinin şeffaflığı”na dair yasa, bir buçuk yıl önce kitlesel protestolar nedeniyle askıya alınan bir yasa tasarısını yeniden gündeme getiriyor. İki ay süren gösteriler ve cumhurbaşkanının veto hakkının aşılmasının ardından, yasa geçen baharda kabul edildi.

Rusya’daki benzer bir yasa model alınarak hazırlanmış bu yasa, yıllık gelirinin %20’sini yabancı kaynaklardan (hibe ya da bireysel bağışlar) elde eden tüm kâr amacı gütmeyen kuruluşların “yabancı bir gücün çıkarlarını temsil eden kuruluş” olarak kayıt yaptırmasını zorunlu kılıyor.
Kamu sübvansiyonlarının ve alternatif gelir kaynaklarının bulunmadığı yerel ekonomide, resmi söylemin aksine, bu yasa büyük STK’lardan çok küçük dernekler, sendikalar, bağımsız medya ve yerel özerk kolektifler için daha büyük bir tehdit oluşturuyor.

Başbakan Irakli Kobakhidze, 3 Aralık’ta yaptığı açıklamada, bu yasanın öncelikle direniş ve mücadele merkezlerini susturmayı amaçladığını açıkça belirtti ve “Namakhvani Barajını inşa edeceğiz”[1] diyerek, ekonomik kalkınmanın zirvesi olarak kabul edilen hidroelektrik mega projelerinin önünün açılacağını ima etti. Kobakhidze, üç yıl önce Rusya yanlısı olarak etiketlenen ancak bugün Batı yanlısı addedilen Rioni Vadisi Hareketi’ni hedef gösteriyordu. Yerel halkın öncülüğünde, bir Türk şirketini büyük bir hidroelektrik baraj inşasından vazgeçmeye zorlayan bu çevre mücadelesi, hükümetin söylemlerinde ana hedef haline geldi; hareket, sözde enerji egemenliği ve bağımsızlığına bir tehdit olarak gösteriliyor. Başbakanın açıklamasına cevaben, vadi sakinleri Tiflis’te düzenlenen bir eylemde “Namakhvani Barajı İnşa Edilmeyecek!” pankartı açtı.

Rioni Vadisi Hareketi dışında, doğal kaynakların sömürülmesini içeren büyük ölçekli ekonomik projelerin neden olduğu toplumsal ve çevresel adaletsizliklere karşı birçok yerel direniş hareketi devam ediyor. Batı Gürcistan’daki Mingrelia’da, Balda köyü sakinleri, nehrin, arazinin ve yaşam alanlarının özelleştirilmesini içeren ve dağ yamaçlarına ciddi zararlar verecek bir ekoturizm projesinin inşaatını engellemek için örgütleniyorlar. Shukruti’de ise sakinler, İngiliz holding şirketi Stemcor’un bağlı kuruluşu Georgian Manganese tarafından yürütülen manganez çıkarma faaliyetlerine karşı mücadele ediyorlar. Patlamalar nedeniyle köy yerin altına doğru çöküyor ve evler hasar görüyor. Geleneksel inşaat alanı nöbetleri bu sonbaharda Tiflis Parlamentosuna taşındı ve daha radikal protesto biçimleri olarak açlık grevleri ve dudak dikme eylemleri gerçekleşti

 

Enerji Jeopolitiği

Bu küçük ölçekli halk mücadelelerinin ardında, Çin, Rusya, Türkiye, Azerbaycan, İran ve elbette Avrupa Birliği gibi büyük ekonomik aktörlerin çıkarları yatıyor. Bu güç mücadeleleri, emperyalist aktörler arasındaki ittifaklara, çatışmalara ve enerjinin başat bir silah olarak kullanıldığı savaşlara dönüşüyor.

Ukrayna’daki savaş ve Rusya’ya yönelik yaptırımlar, Gürcistan’ın gaz ve petrol koridorları, hidroelektrik kaynakları, deniz ve kara geçiş yolları gibi ekonomik altyapı projeleri açısından jeostratejik konumunu güçlendirdi. Yabancı ajanlar yasası, bu tür projelerin hayata geçirilmesinin bir garantörü olarak kendisini konumlandırıyor. Aynı dönemde hükümet, offshore finans yasasını, LGBTİ+ karşıtı yasayı ve emeklilik yasasındaki değişiklikleri yürürlüğe soktu; ayrıca Türkiye ve Çin’le enerji ve ekonomi alanlarında mutabakat zaptları imzaladı.

Tüm bunlar, BRICS ülkeleriyle—özellikle Çin ve Azerbaycan’la—yakınlaşmayı hedefleyen bir stratejinin parçası gibi görünüyor. Bu stratejiyle amaçlanan, Gürcistan’ın transit koridoru olarak oynadığı rolü genişletmek ve bu sayede ticareti artırmak. Gürcistan, Çin’in Çin-Orta Asya-Batı Asya ekonomik koridorunu entegre ederek oluşturmayı hedeflediği “yeni İpek Yolu” projesi olan Kuşak ve Yol Girişimi’nde (BRI) stratejik bir rol oynuyor. Bu katılım, iki ana projeye dayanıyor: Anaklia’da inşa edilmesi planlanan, önemli bir merkez olması hedeflenen yeni liman ve Asya ile Avrupa arasındaki lojistik ağı güçlendirmeyi amaçlayan Bakü-Tiflis-Kars demiryolu hattı.

Gürcistan’ın bu stratejik konumu, özellikle Azerbaycan’dan Avrupa Birliği’ne elektrik taşıyacak ve Karadeniz’in altından geçecek kapsamlı bir denizaltı elektrik hattı inşası projesine dahil olması sayesinde, ülkeye Avrupa Birliği üzerinde baskı kurma imkânı veriyor. Hâlihazırda, Gürcistan topraklarından geçen BTC (Bakü-Tiflis-Ceyhan) petrol boru hattı ve SCP (Güney Kafkasya Boru Hattı) gaz hattı gibi boru hatları aracılığıyla önemli miktarda enerji transferi gerçekleştiriliyor. Bu hatlar, Hazar Denizi’ni Türkiye’ye Gürcistan üzerinden bağlıyor.[2]

Kaynakların ele geçirilmesi amacıyla kurulan bu jeostratejik ittifaklar dikkate alındığında, dünyanın bir yanda Avrupa-Atlantik bloğu, diğer yanda Rusya bloğu şeklinde basitçe ikiye ayrılması artık geçerliliğini yitirmiştir. Günümüzde jeopolitik satranç tahtasını çok kutuplu bir alan olarak kavramak gerekir. Bu bağlamda, Gürcü Rüyası Partisi, popülist, egemenlikçi ve muhafazakâr bir söylem temelinde hem Avrupa-Atlantik bloğunun aşırı sağcı hükümetleriyle (Donald Trump, Viktor Orbán) hem de bölgesel güçlerle ittifak kurmaktadır. Ekonomik olarak ise; yağmacı çıkarım politikaları, halkları mülksüzleştirme ve yoksullaştırma yönelimi açısından, ilerici kampın da entegre olduğu küreselleşmiş kapitalist piyasa yapısıyla tamamen uyumludur.

 

LGBTİ+ Karşıtı Yasa

Bu ülkede Batı hegemonyasının dayatılmasıyla körüklenen toplumsal çatışmayı, özellikle Batılı kurumların ve STK'ların ekonomik ve kültürel alanlara müdahalesi aracılığıyla derinleştiren hükümet, Batı karşıtı söylemi ustalıkla sahiplenerek “Batı yanlısı” kesim tarafından dışlanan bir nüfus kesiminin sempatisini kazanmayı başardı. Bu söylemsel manevra, “barış, gelenek ve ekonomik egemenlik” adına otoriter bir rejimin inşasını meşrulaştırmak için bazı “sosyal grupları” günah keçisi ilan etmesine olanak sağladı. Enerji bağımsızlığını “sabote edenlerin” yanı sıra, “LGBTİ+ grubu” da kültürel ve dini kimliğimize yönelen temel tehditlerden biri olarak gösteriliyor.

Bu bağlamda, 2 Aralık’ta yürürlüğe giren “Aile Değerleri ve Reşit Olmayanların Korunması Yasası”, eşcinsel ilişkileri ve cinsiyet kimliğini ensestle aynı kefeye koyarak yalnızca kuir bireyleri değil, onların sağlık hizmetlerine erişimini de “tıbbi manipülasyon” olarak yaftalayarak kriminalize ediyor. Bununla da kalmıyor; queer topluluğuna yönelik her türlü destek, gösteri, kamusal duruş ya da açıklama — yani “kuir destekçisi propaganda” olarak tanımlanabilecek her şey — cezai yaptırımlarla karşı karşıya bırakılıyor. Kuir Direniş kolektifi, “antifaşist manifestosunda” bu yasanın uygulanmasına şöyle değiniyor:

Yaklaşık bir milyon insanın son beş yılda iş bulmak için ülkeyi terk ettiği, her üç çocuktan birinin aşırı yoksulluk içinde yaşadığı, eğitim ve sağlık sistemlerinin çöküşte olduğu Gürcistan’da, açgözlü oligark seçim kampanyasını sahte barış vaatleri ve yapay bir nefretin yayılması üzerine kuruyor.
Toplumun bir kesimini suçlu ilan edip, nefret ve sansürü yasallaştırarak total kontrolü inşa etmeye çalışan bu yasa, aynı zamanda bu kötülüğe karşı duran herkesi de suçlu ilan ediyor.

Nüfusun giderek yoksullaştığı, borçluluğun yaygınlaştığı ve bankalarla özel hizmet sağlayıcıların mutlak iktidar kurduğu bir toplumsal kriz ortamında; ulusal kimlik hâlâ net bir biçimde tanımlanamamışken, yeni bir düşman imgesi yaratmak kaçınılmaz hale geldi. Bu düşman ne Rusya’da ne Türkiye’dedir; gözümüzün önünde, Batı tarafından dayatılmıştır: kamusal varlığı ve yaşam tarzıyla ahlaki değerlerimizi tehdit eden, demografik sorunlara katkıda bulunan bir figür. Bu yeni düşman, eski arketiplerin yerine geçirilerek, toplumsal öfkenin başka yönlere kanalize edilmesini ve kimliğin bu yeni karşıtlık etrafında inşa edilmesini amaçlayan bir stratejinin ürünüdür.

Ancak kuir bireylerin kriminalize edilmesinin doğrudan sorumluluğu hükümete aitse de, Batı’nın cinsel emperyalizmi de kuir meselesini araçsallaştırması bakımından bu suçun dolaylı ortağıdır. “İnsan hakları” misyonerlerinin ezilen azınlıkları koruması beklenirken, Batı karşıtı söylemi kullanan aşırı muhafazakâr tepkiler ilk hedeflerini bu kesimlerden seçmiştir. Queer-washing[3], toplumsal ve kültürel ayrımları derinleştirmiş, “dini gericiler” ile liberal ilericiler arasındaki uçurumu büyütmüştür. Hükümet, LGBTİ+ meselesini bu kadar hevesle sömürmesinin nedenini çok iyi bilmektedir: çünkü bu karşıtlığı yeniden üreterek, “medeniyet” adına hor görülen muhafazakâr kesimi savunmak üzerinden güçlü bir kültürel ve varoluşsal gerilim üretmektedir.

 

Batı Arzusu?

Genellikle yalnızca Avrupa yanlısı mitingler olarak sunulan bu kitlesel protesto hareketi, kendine özgü örgütlenme biçimlerine, toplumsal ilişkilere ve karşılıklı yardımlaşma pratiklerine sahiptir. Bu türden bir kolektif ruhu Avrupa sokaklarında görmek mümkün değildir. Rustaveli Caddesi’ndeki gösterilerde halk dansları, geleneksel ezgiler ve dini ilahiler yankılanıyor; Z kuşağının havalı gençleri “Gaumarjos Sakartvelos!” diye haykırırken, bu slogan aynı zamanda muhafazakârların da rahatlıkla benimsediği, vatan, özgürlük ve kiliseye selam gönderen bir söyleme dönüşüyor. Annelere, çocuklarını polis şiddetinden koruma umuduyla mitinglerde eşlik etmek düşüyor. Bir annenin “Bırakın onu, o benim kızım!” çığlığı, bugün artık duvar yazılarına kazınmış bir isyana dönüşmüş durumda. TOMA’lara karşı büyükanne ve büyükbabaları koruyan gençler, Kashveti Kilisesi’nden çıkan papazlar tarafından işkence gören eylemcilere barınak sağlandı.

“1312” yazılı kalkanların, gaz maskelerinin ardında yalnızca öfke yoktu; tarih boyunca ezilenlerin kolektif aidiyetinden doğan bir varoluş fikri, direnişe kültürel ve hatta ontolojik bir derinlik katıyordu. Rustaveli Caddesi, 1990’lardaki özgürlük hareketinden bu yana defalarca polis, asker ve paramiliter güçlerin baskınına sahne oldu. 9 Nisan 1989’da gençlerin Rus tankları altında can verdiği günü hatırlayan “ebeveyn kuşağı”ndan eylemciler, belleğin sürekliliğini taşıyorlar.

Üniformasız güçlerin devreye sokulması ve savaş etrafındaki söylemsel manipülasyonlar, kolektif travmaları yeniden tetikledi: Mkhedrioni adlı paramiliter grubun Mingrelia ve Abhazya'da Osetlere ve Abhazlara karşı işlediği savaş suçları, zorla yerinden edilmeler, etnik gruplar arası aile bağlarının kopması, hem bedensel hem de ruhsal düzlemde toplumsal yıkıma yol açtı.

Bugünkü Batı’ya yönelimi anlamak için bu hafızayı göz önünde bulundurmak gerekir. Önce Çarlık, ardından Sovyetler Birliği ile Rusya, Osmanlı İmparatorluğu sonrası bölgedeki başlıca sömürgeci güç haline geldi. Yakın tarihli bağımsızlık mücadeleleri bu bağlamda şekillendi: Gürcistan ve ardından Çeçenistan, Sovyetler yıkılmadan önce, 1991’de bağımsızlıklarını ilan etti. Bu süreç, SSCB’nin himayesindeki etnik azınlıkların (Dağlık Karabağ, Abhazya, Güney Osetya) ayrılık talepleriyle örülü bir politik zeminde yaşandı.

1991 darbesinin ardından, başkentte Zviad Gamsakhurdia liderliğindeki Gürcü ayrılıkçılar ile eski komünist Eduard Shevardnadze önderliğindeki darbeci muhalefet arasında iç savaş patlak verdi. “Devlet Konseyi”ne dönüşen bu yapı, 1993’e dek süren ve Abhazya’da sözde etnik çatışmaya evrilen kanlı bir dönemin faili oldu.

2008’deki Rusya-Gürcistan savaşı, farklı bir jeopolitik bağlamda yaşansa da, aynı tarihsel yaraları yeniden açtı. Güney Osetya, nüfusunun çoğunluğu etnik azınlıklardan oluşan başka bir bölge, bu kez doğrudan Rusya Federasyonu tarafından işgal edildi.

Burada kavramları doğru yerleştirmek gerekir: Çok kültürlü, çok dilli bir coğrafyada etnik azınlıkların özerkliği elbette önemlidir; ancak Rusya, bu talepleri daima bölgesel güç mücadelesinde toprak kazanımının aracı olarak kullanmıştır. Tıpkı Ukrayna’da olduğu gibi, Rusya emperyal şiddetini etnik çatışmalarla meşrulaştırmış, kendisini “ezilen azınlıkların kurtarıcısı” olarak konumlandırmaya çalışmıştır.

Tam da bu yüzden, Avrupa bayraklarının arkasında aslında daha adil bir dünya özlemi yatıyor. Batı arzusu, özünde bağımsızlık arzusunun bir ifadesidir. Ancak bu yönelim yalnızca Rusya karşıtlığından beslenmemektedir. Aynı zamanda, Sovyetler’in yıkılmasının ardından bölgede giderek daha görünür hale gelen Avrupa-Atlantik merkezli neoliberal hegemonya ve onun yumuşak gücü de etkili olmuştur.

1990’lar kuşağı için —özellikle savaş sonrası doğan ve özgürlük hareketinin sönüşüyle büyüyen nesil için— Batı, Demir Perde’nin ötesinde barış, ekmek, elektrik, sıcak su, eğitim ve sağlık gibi temel yaşamsal hakların sembolüydü. Bugün hâlâ bazıları için bir umut ışığı olsa da artık kimse bu hayalle kolayca kandırılmıyor.

2017’de başlayan vize serbestisine rağmen, Gürcistan hâlâ Afganistan ve Bangladeş gibi sığınma başvurularının en yüksek olduğu ülkeler arasında yer alıyor. 3,5 milyonluk bir ülkede neredeyse her ailenin bir ferdi, ya ücretsiz sağlık hizmetlerine erişebilmek, ya ailesinin borcunu ödeyebilmek ya da yalnızca insanca bir yaşam kurmak amacıyla sürgün ya da göç yolunu seçiyor. “Ekonomik nedenlerle” ya da “sağlık sorunları nedeniyle” göç ettikleri için “kötü sürgünler” olarak etiketlenen bu insanlar, yalnızca serbest dolaşım haklarından mahrum bırakılmıyorlar; aynı zamanda keyfi sınır dışı uygulamaları, gözaltı merkezlerinde yaşanan ölümler ve polis şiddetine varan sistematik devlet zoruyla karşı karşıya kalıyorlar.[4]

Avrupa, Gürcistan’ı kendi nüfuz alanında tutmak istese de göçmenlere yönelik politikası, bu düzenin ikiyüzlülüğünü açıkça gözler önüne seriyor. Artan ırkçılık ve aşırı sağın yükselişi bağlamında, Avrupa artık ne bizi emperyal savaşlardan koruyabilecek ne de yağmalanmış bir ülkeye daha iyi bir sosyal gelecek vaat edebilecek bir güç olarak görülüyor.

Bugün Gürcistan halkı için temel mesele, jeopolitik tercihlerden çok, otoriterleşen yerel yönetime karşı verilen mücadeledir. Avrupa’ya yöneliş, bazıları için hâlâ bir hayatta kalma stratejisi olabilir; ama esas endişe, giderek daha fazla biçimde içeridedir.

 

Enternasyonal Dayanışma İçin

Yazının sonunda, Paris’ten Gürcistan’daki yoldaşlara gönderilen dayanışma mesajını paylaşmak istiyorum:

Diktatör Beşar Esad rejiminin düşüşünü kutlayan Suriyeli yoldaşların ve mevcut protesto hareketini desteklemek için örgütlenen Gürcü yoldaşların bir araya gelmesiyle, emperyalizm, yerel otoriter rejimler ve sosyal adaletsizliğe karşı mücadele eden halklara enternasyonalist dayanışma mesajını iletmek istiyoruz.

Filistin’de yaşanan soykırım, Ukrayna, Lübnan ve Sudan’daki savaşlar, Gürcistan, İran ve Rusya’daki otoriter rejimlerin yükselişi ve Avrupa’da aşırı sağın yükselişi gibi koşulların hüküm sürdüğü bugünlerde, tek umut ezilen halklar arasında ittifaklar kurmak ve dayanışmayı büyütmektir. Halkı ancak halk kurtarılabilir!

Suriye’den Gürcistan’a, her yerdeki rejimler yıkılsın!

Gürcistan’daki tüm tutsaklara özgürlük!

Sevgi ve öfkeyle,

-Paris’ten enternasyonalist yoldaşlar

 

 

 

 

CrimethInc., Resisting Local Authoritarianism and Multipolar Imperialisms in Georgia, crimethinc.com, 11.12. 2014



[1] SSCB’nin dağılmasından bu yana Gürcistan topraklarındaki en büyük hidroelektrik tesisi olan Namakhvani Hidroelektrik Santrali Kompleksi’nin, Türk şirketi ENKA tarafından inşa edilmesi.

[2] Daha 2006 yılında, boru hattının inşası yerel halkın ciddi tepkisini çekmişti. Bu boru hatlarının — çok uluslu konsorsiyumlar olan BTC Co. ve Güney Kafkasya Boru Hattı Şirketi'ne ait — yerel ekonomiye hiçbir mali fayda sağlamadığı ise aşikârdır. Yönetimi, British Petroleum gibi Avrupalı şirketlerle birlikte Azerbaycan, Türkiye, Rusya ve İran'dan şirketler arasında paylaşılmaktadır.

[3] Çevirenin notu: Queer-washing, şirketlerin ya da yönetimlerin LGBTİ+ haklarını yüzeysel biçimde destekleyerek daha derin yapısal sorunları veya baskıcı politikaları gizleme stratejisidir. Gerçek bir eşitlik mücadelesinden çok, imaj yönetimi amacı taşır.

[4] 2020 yılında İtalya’daki Gradisca d’Isonzo Geri Gönderme Merkezi’nde (CPR) hayatını kaybeden Vakhtang Enukidze ile, 2023’te Belçika’nın Merkplas Gözaltı Merkezi’nde ölen Gürcü-Kürt uyruklu Tamaz Rasoian’ın vakaları; Avrupa sınır rejiminin “ekonomik” veya “sağlık” gerekçeleriyle gelen göçmenleri kriminalize eden ve “kötü sürgünler” olarak etiketleyen yapısının bir sonucu olarak yaşanan yapısal şiddetin somut örnekleri arasında yer almaktadır.

Hakkımızda

İnsanlık tarihi, insanlığın yürüdüğü yolun anlatısıyken bu anlatıyı tek şerit yolda şekillendiren, insanlık muhayyilesini tutsak eden düşünceler sistematiği ve kapitalist modernite bu dergide deşifre olacak.

Bize ulaşın
Bizi takip edin
@menkibe0