Logo Eşitliğe Ve Özgürlüğe Yürüyüş... Eşitliğe Ve Özgürlüğe Yürüyüş...

UMUDUN EL İZLERİ: TARİHİ İKİ DEVRİMCİYLE BİR DAHA OKUMAK

Her ideolojik pozisyonun en sağlam dayanağı daima bir tarih okuması ya da anlatısıdır. Geçmişten referans almadan kendini inşa eden bir politik, ahlaki ya da toplumsal tutum yoktur. Bu durum, tarihin yalnızca kendini meşrulaştırmak için değil, içinde yaşadığımız dünya ile nasıl ilişki kuracağımızı belirlemek için de vazgeçilmez bir referans olduğunu gösterir. Benedict Anderson, Hayali Cemaatler kitabında ulusların kendilerini basılı metinler ve ortak bir geçmiş anlatısı üzerinden nasıl inşa ettiklerini kapsamlı biçimde ortaya koyar. “Ulus-devletler yaygın biçimde yeni ve tarihsel kabul edilse de, siyasi ifadesi ulus-devlet olan ulusun kadim bir geçmişten ortaya çıktığı, daha önemlisi, sınırsız bir geleceğe doğru süzüldüğü düşünülür. Milliyetçiliğin büyüsü, raslantıyı yazgıya dönüştürmesidir.” Bu alıntı, geçmiş anlatısının nasıl bir maya işlevi gördüğünü ve gelecek tahayyüllerini şekillendiren bir referans olarak cemaat inşasında vazgeçilmez rolünü berrak biçimde özetler.

Anderson’a göre toplumsal aidiyet ya da cemaat olma hali tarih boyunca farklı biçimlerde var olmuştur; ancak modern ulus-devletin kendine özgü karakteri, basın kapitalizmi aracılığıyla bu aidiyetin ortak bir dil ve ortak bir zaman-mekân tahayyülü etrafında güncellenmesiyle belirginleşir.

Anderson’un çalışmasında dikkat çektiği bir diğer nokta, Latince okuyup yazan ayrıcalıklı ruhban sınıfının yanında Hristiyanlık öğretisinin mitlerini görselleştirerek kavrayan okuma-yazma bilmeyen halktır. Bu kitle, kendilerinden önceki bir geçmişe dair farklı bir giyim tarzına ya da geleceğe dair yeni tasvir biçimlerine başvurmak yerine, sürekli kendi suretlerini referans alarak görsel malzemeler üretir. Heykellerde, resimlerde ve ikonografik imgelerde halk kendisini bugünkü haliyle temsil eder; bu da tarihin kesintisiz bir neden-sonuç ilişkisi olduğu ya da geçmişle bugün arasında mesafe kuran bir tarih bilincinin o dönemde yaygın olmadığını gösterir. Bu fark, modern ulus-devlet öncesi ve sonrası tarih kavrayışları arasında, tarih anlatısının eskiye kıyasla çok daha güçlü bir toplumsal tutkal işlevi üstlendiğini kanıtlar. Tam da bu noktada, tartışmayı bizim tarih okuma ve anlatma biçimimizle egemenlerin anlatısı arasındaki fark üzerinden düşünmek, temas ettiğimiz ya da etmeyi arzu ettiğimiz kalabalığı bir “biz” haline getirmek açısından hayati önem taşır.

Zaman kavramı, bir toplumun iktidar ilişkileriyle, anlam dünyasıyla ve gündelik yaşamı örgütleme biçimiyle iç içedir. Zaman, ister çizgisel, ister döngüsel ya da bambaşka bir forma sahip olsun, bir takım bağlılıkları çağrıştırır: kutsal olana, Tanrı’ya, toprağa, ulusa, işverene, aileye… Zamanın biçimleri ve bu bağlılıkların işaret ettiği nesnelerin çeşitliliği ise tarihin esnek, geçirgen ve çoğaltılabilir doğasına işaret eder.

Maruz kaldığımız ve geçmişe-geleceğe bakışımızı çoğu zaman sınırladığına dair kanıtlarına ulaşmanın hiç de zor olmadığı resmî tarih anlatısını eleştirmek için pek çok farklı açıdan kapsamlı bir tartışma yürütmek mümkündür. Ancak bu yazının amacı, resmî tarih anlatısına dair bütüncül bir eleştiri inşa etmek değildir. Burada amaçlanan, özgürlükçü mücadele deneyimlerinin çok daha net biçimde ortaya koyduğu bir iktidar kurma ve yürütme biçiminin, tarih okuma ve yorumlama süreçlerinde resmî tarih anlayışında nasıl yeniden üretildiğine dikkat çekerek ilerlemektir.

Benedict Anderson’un Hayali Cemaatler kitabında önemli bir dönüm noktası olarak işaret ettiği basın kapitalizminin yükselişi, Ian Hacking’in Şansın Terbiye Edilişi kitabında detaylı biçimde anlattığı gibi, ulus-devletlerin tebaalarını durmaksızın sınıflandırdığı, kayda aldığı ve çizelgelere yerleştirdiği yeni bir dönemin de kapısını aralar. Bu sayım ve sınıflandırma işlemleri başlangıçta vergi toplamak, zorunlu askerlik düzenini kurmak ve devletin sürdürülebilirliğini güvence altına almak amacıyla geliştirilmişse de, zamanla bu mekanizmalar yeni sınıflandırma teknolojilerini ve onları işleten karmaşık bürokratik yapıları doğurmuştur. Böylece sayma ve sınıflandırma rejimi, yalnızca devletin nüfusu yönetme pratiğini değil, bireylerin toplumu, çevresini, komşusunu ve hatta kendisini tanımlama biçimini de dönüştürmüştür. Bu rejimin en önemli sonuçlarından biri de “normal insan” kategorisinin inşa edilmesi; bu kategoriye uymayan nüfus kesimlerinin ise sayım ve istatistik aracılığıyla denetlenebilir, ölçülebilir ve hatta ‘düzeltilebilir’ kılınmasıdır.

Bu yeni denetim mekanizmasının en çarpıcı sonucu, insanların hem kendilerini hem de dünyayla kurdukları ilişkiyi bu sınırlar içinde tanımlamaya başlamasıdır. “Normal” sınırları içinde belirlenen toplumsal kategorilerin düşmanlaştırılması, ehlileştirilmeye çalışılması, asimile edilmesi ve bütün bunların neredeyse bir ahlaki zemin üzerinden, toplumsal bir rıza temelinde uygulanması, görünürde akıl almaz görünse de, aynı mekanizma bizim de eylemlerimizin motivasyonlarını zehirlemiştir.

Sayma ve sınıflandırma rejiminin gündelik hayatı denetim altında tutmaya yönelik yarattığı mekanizmalara örnek olarak işyerlerinde uygulanan performans ölçüm sistemleri gösterilebilir. Bu sistemler, çalışma yaşamında adil ücretlendirme ve eşitlik vaat etse de, herkesi aynılaştırılmış kriterlere sığdırma zorunluluğu açısından tam anlamıyla bir tahakküm aracıdır. Bu tahakkümün en tehlikeli yönü ise kapitalizmin ihtiyaçları emekçilerden bağımsız biçimde değişse bile, bu yeni ihtiyaçlara uyum sağlama sorumluluğunu sorgusuz sualsiz emekçilerin omuzlarına yüklemesidir. Günümüzde hıza olağanüstü önem atfeden çalışma düzeninde emekçilerin sorumluluğu artık yalnızca “nitelikli iş” üretmek değil, bunu mümkün olduğunca hızlı yapmaktır. Değişen kriterlere uyma zorunluluğuyla baş başa kalan emekçiler ise istatistiklere dayalı rıza üretme mekanizmaları aracılığıyla kendilerini bu performans terazilerine göre yeterli ya da yetersiz olarak tanımlar.

Modern dünyada sayma ve sınıflandırmaya dayalı bu tahakküm araçlarının en belirgin ve ağır sonucu, bireyin kendisini bu ölçütler üzerinden tanımlaması ve kendi dışındaki dünyayı da böyle anlamlandırmasıdır. Bu akılcılaştırma yöntemi, istatistiğin iktidarı sürdürmeye yönelik sınırları içinde dünyayı okumaya zorlar; ölçülemeyenin yaratacağı etkiyi küçümser ve böylece yaratıcı, kurucu bir okuma ile dünyayı yeniden anlamlandırma imkânını elimizden alır.

Sayıların akılcılaştırdığı bir sistemin ürettiği rızayı bir irade yanılsaması olarak algılanmasını sağlayan ve bu yolla emekçileri köleleştiren düzen, sayma-sınıflandırma rejiminin yıkıcı sonuçlarına güçlü bir örnektir. Buna karşılık, bu rejimin dışından dünyayı okumanın hangi imkânları doğurabileceğine dair ilham verici bir örnek olarak Unutulmuş Düşler Mağarası belgeselini hatırlamak anlamlıdır.

Unutulmuş Düşler Mağarası, yönetmen Werner Herzog’un 2010 yılında yazıp yönettiği çarpıcı bir belgeseldir. Film, 1994 yılında Fransa’nın güneyinde, Ardèche bölgesinde tesadüfen keşfedilen Chauvet Mağarası’nı konu alır. Bugün Chauvet-Pont-d’Arc Mağarası olarak bilinen bu yer, yaklaşık 32 bin yıl öncesine tarihlenen duvar resimleriyle insanlık tarihinin bilinen en eski ve en iyi korunmuş mağara sanatlarından birini barındırır. Mağara, binlerce yıl boyunca kayaların hareketiyle kapanmış ve bu sayede hem resimler hem de mağaranın iç ekosistemi neredeyse hiç bozulmadan günümüze ulaşmıştır.   Belgesel çekimleri sırasında mağaranın son derece hassas yapısının zarar görmemesi için film ekibine yalnızca çok sınırlı sayıda kişi ve ekipmanla çalışma izni verilmiş, çekimler belirli bir süreyle ve kontrollü bir ortamda yapılabilmiştir. Herzog’un bu kısıtlı imkânlara rağmen sunduğu anlatı, sadece taş duvarlara çizilmiş hayvan figürlerine ya da insan el izlerine odaklanmaz; mağaranın taşıdığı hayal gücünü, karanlıkla kurulan ilişkiyi ve insanın zamanla kurduğu karmaşık bağı da görünür kılar.

Burada mesele yalnızca bu resimleri yapan insanların bugünden ne kadar uzakta yaşadığı, ne kadar besin tükettiği, vücut ölçülerinin ne olduğu ya da kemiklerinin hangi sayılara işaret ettiği değildir. Tam tersine, Unutulmuş Düşler Mağarası bizlere sayıların soğuk ölçülerinin ötesinde bir hikâye kurmanın, insan deneyimini ölçülemeyenin alanına taşımanın mümkün olduğunu gösterir. Duvardaki her figür, sadece bir tür veri değil; bir tahayyül, bir bellek, bir toplumsal ilişki biçimi ve belki de bugünden bakan bizlere, farklı bir akıl yürütme ve dünyayla bağ kurma imkânını hatırlatan güçlü bir işarettir.

Mağara duvarlarına işlenen figürlerde mamutlar, atlar, gergedanlar, aslanlar, ayılar gibi bugün pek çoğu ya yok olmuş ya da başka coğrafyalara çekilmiş hayvanlar yer alır. Resimlerin katman katman üst üste çizildiği, ellerin, avuç izlerinin yeni renklerle yan yana bırakıldığı bu yer, bir topluluğun kendisini hem dünyayla hem birbirleriyle ilişki kurarak nasıl anlatmak istediğine dair eşsiz bir kanıttır. Buradaki izler, çizgiler ve renkler bize gösterir ki geçmiş sadece tarihçilerin kayıt altına aldığı bir istatistik yığını değildir. İnsanlık deneyiminin bir bölümü, sayılara dökülemeyen düşlere, anlatılara, mitlere, kolektif oyunlara ve belki de bugünkü anlamıyla sanata emanettir.

Bugün her şeyi ölçeklere, sayılara, metriklere indirgeyen iktidar aklının tersine, Unutulmuş Düşler Mağarası insanın dünyayla ilişkisini, sayılabilir olanın ötesinde bir duyumsama, sezgi ve anlam üretme biçimi olarak hatırlatır. Mağaranın duvarlarına bırakılan eller, bugün hâlâ orada duruyor. Ve bize gösteriyor ki; tarihe bakmak, yalnızca kronolojiler, veriler, nüfus çizelgeleri çıkarmak değildir. Tarihe bakmak, bazen ellerimizi duvara dayayıp geride bir iz bırakmaktır; sayılamayanı, ölçülemeyeni anlatma cesaretini taşımaktır.

İşte tam da bu nedenle Unutulmuş Düşler Mağarası, resmî tarih anlatısının ve sayma-sınıflandırma rejiminin dışında başka bir zaman tahayyülü, başka bir anlatma biçimi ve başka bir “biz” kurma imkânının mümkün olduğunu hatırlatan çok güçlü bir örnektir.

Belgeselin bize ilettiği en güçlü mesajlardan biri, adının kendisinde gizlidir: Unutulmuş Düşler Mağarası yeni bir keşif değil, kökleri binlerce yıl öncesine uzanan bir varoluş biçimini yeniden hatırlamaya bir davettir. Bu belgesel, egemen tarih okumasının ve sayma-sınıflandırma bürokrasilerinin içinde anlamı aşınmış, içi boşaltılmış kavramların kuşattığı zihinleri özgürleştirmenin hâlâ mümkün olduğuna dair güçlü bir işarettir. Bu yüzden belgeselin adı, yalnızca bir imge değil, aynı zamanda kavramların altının boşaltılmasına karşı, muhafazakâr bir kalıcılığa saplanmadan onları yeniden ve yeniden inşa etme sorumluluğunu da hatırlatır, yol gösterir.

Brian Massumi, Duygu Politikası kitabında umudun anlamının nasıl bozulduğuna ve günümüzde neredeyse iyimserlikle eşdeğer hale geldiğine dikkat çeker. Massumi şöyle der: “Umudu kötümserliğin karşıtı olarak alırsak, o zaman umut etmeye değecek gerçekten çok az şey buluruz. Oysa umut, iyimserlik ve kötümserlik kavramlarından, geleceğe dönük hüsnükuruntulu bir başarı beklentisinden, hatta sonuçların mantıksal öngörüsünden koparılabilirse, işte o zaman gerçekten ilginç olmaya başlayabilir — çünkü böylece umut şimdiye yerleşmeye başlar.”
Tam da bu yüzden, başarı beklentisinden beslenen ve gerçekte yalnızca iyimserliğe dönüşen umut, insanın zihnini sürekli sonuca kilitleyen bir mekanizmaya dönüşür. Bu da ‘olanın’ ve ‘olmaktan devam edenin’ biçimlendirilmesine dair sorumluluk alma iradesini zayıflatır.

Son yıllarda seçim sonuçları etrafında kurulan kitlesel beklenti tam da bu, iyimserlikle karıştırılan umut halinin bir yansımasıdır. Bir başarı ihtimaliyle motive olan kitleler, sandıktan çıkan sonuçları çoğu zaman yalnızca derin bir hayal kırıklığı ve müdahale edilemez bir son olarak algılamaktadır. Böylece içi boşaltılmış kavramlar, gündelik hayatımızı inşa ederken hakikatle aramıza sürekli yeni mesafeler koymaya devam eder.

Sonuç olarak, egemen tarih okumasının ve her şeyi ölçülebilir kılarak anlamı daraltan resmi ideolojilerin ötesinde bir anlam dünyası kurmanın, dünyayı farklı bir akılcılıkla kavramanın mümkün olduğuna dair elimizde Chauvet Mağarası kadar güçlü başka referanslar da var. Yakın tarihimizden, pratikleriyle pek çok devrimciye ilham olmuş, cesaret üretmiş ve Unutulmuş Düşler Mağarası’nın duvarlarındaki resimler kadar canlı bir şekilde eskiyle yeninin bağını kurabilmiş iki yiğit devrimciden söz edebiliriz: Suphi Nejat Ağırnaslı ve Sırrı Süreyya Önder.

Bu iki özel ruhun devrimci pratiği, çoğu zaman onları birer “kendini feda eden iyilik meleği” olarak görme kolaycılığıyla anlatılır. Oysa Suphi Nejat Ağırnaslı ve Sırrı Süreyya Önder’in yolunu asıl özel kılan, sistem dışı bir akılcılaştırma biçimiyle hareket etmeleridir. Onları güçlü kılan şey, başkaları uğruna kendilerini feda etmiş “yüksek maneviyat sahibi” figürler olmaları değil; zihinlerini kapitalist modernitenin dayattığı imkân ve avantaj tanımlarının dışına taşıyacak bir kavrayışa sahip olmalarıdır. Nejat’ın Boğaziçi mezunu bir sosyolog, Sırrı’nın uluslararası üne sahip bir sinemacı olması, birçoğunun ‘ayrıcalık’ ya da ‘avantaj’ diye tarif edeceği şeyleri ellerinin tersiyle itmelerinden değil, bu olanakları en başından bir imkân olarak dahi görmemelerinden kaynaklanır. Tam da bu yüzden, onların pratiği bireysel iyilikten değil, kapitalist akılcılaştırmanın sınırlarının dışında bir anlam dünyası kurma iradesinden beslenir — ve aslında tüm devrimci pratiğin ortak köküdür bu. Devrimci pratikleri saf bir manevi motivasyonla izah etmek, onaylamak, yüceltmek bu pratikle “sıradan insanlar” arasına mesafe koymaktadır. Yine bu iki devrimcinin ortak özelliklerinden biri tüm pratiklerini sıradan bir devrimcinin öznede yarattığı motivasyondan menkuldür. Bu anlamıyla da devrimci mücadele de saf tutmak isteyen her bireyin çok yakınındadır.

Chauvet Mağarası’nın duvarlarında bulunan el izleri, sadece binlerce yıl öncesinden kalma somut izler değil, aynı zamanda muhafazakar olmayan bir kalıcılığın güçlü bir fotoğrafıdır. Bu el izleri, tarih boyunca değişime ve deforme olmaya karşı direnen, anlamını koruyan ve yeniden inşa edilen bir varoluş biçimini simgeler. İşte tam da bu noktada, günümüz devrimci pratiklerinin iki özel ismi, Sırrı Süreyya Önder’in sanatla ve Suphi Nejat Ağırnaslı’nın “hayal gücü iktidara” sloganıyla şekillendirdiği mücadele, bu mağaranın duvarlarındaki el izlerine benzer bir iz bırakır. Onlar, tarihsel sürecin tam da bu muhafazakar olmayan, yaratıcı ve sürekli yenilenen kalıcılığı üzerinden, hikayeyi deforme olmaya izin vermeden, güçlü bir yaratıcılıkla yeniden inşa etmişlerdir. Bu yüzden onların pratiği, yüzlerce hatta binlerce yıl süren bir direnişin ve yeniden doğuşun çağrışımlarını barındırır; geçmişle geleceği birbirine bağlayan bir el izi gibi, güçlü ve kalıcı bir iz bırakır.

 

 

 

 

KAYNAKÇA

Anderson, B. (2020). Hayali Cemaatler, Milliyetçiliğin Kökenleri ve Yayılması (Çev. İskender Savaşır). İstanbul: Metis Yayınları.

Hacking, I. (2022). Şansın Terbiye Edilişi (Çev. Mehmet Moralı). İstanbul: Metis Yayınları.

Herzog, W. (Yönetmen), (2010). Unutulmuş Düşler Mağarası [Belgesel]. Arte France.

Massumi, B (2015). Duygu Politikası (Çev. Hakan Erdoğan). İstanbul: Otonom Yayıncılık.

Hakkımızda

İnsanlık tarihi, insanlığın yürüdüğü yolun anlatısıyken bu anlatıyı tek şerit yolda şekillendiren, insanlık muhayyilesini tutsak eden düşünceler sistematiği ve kapitalist modernite bu dergide deşifre olacak.

Bize ulaşın
Bizi takip edin
@menkibe0