Fotoğraf: Tulya Çavuşoğlu
LGBTİ+ varoluşu, yalnızca cinsiyet kimliği ve yönelim temelinde değil; aynı zamanda sınıfsal, etnik ve mekânsal eksenlerde de baskılanan, kriminalize edilen ve görünmezleştirilen bir deneyimi ifade eder. Türkiye’de süregelen savaş ortamı, yalnızca silahlı çatışma biçiminde değil; aynı zamanda bir normatiflik rejimi olarak da işlev görmekte, özellikle heteronormatif, erkek egemen ve milliyetçi kodlarla örülü bir toplumsal yapı üretmektedir. Bu yapı içerisinde LGBTİ+/Queer bedenler, yalnızca cinsel yönelimleri ya da toplumsal cinsiyet kimlikleri nedeniyle değil, aynı zamanda savaşın inşa ettiği “makbul yurttaş” ideolojisinin dışına düştükleri için hedef haline gelirler.
Judith Butler “yası tutulabilir hayatlar” kavramıyla, savaşın kimin için ne tür bir yaşam hakkı tanıdığını; kimin bedeninin görünür, yas tutulur, korunur olduğunu açık eder. Savaşın hüküm sürdüğü bir toplumda, LGBTİ bedenlerin değersizleştirilmesi ve ölümün eşiğinde konumlandırılması, tam da bu çerçeveleme sürecinin bir ürünüdür.
Savaşın iktidar aygıtı olarak kurumsallaştığı Türkiye’de, devletin güvenlikçi politikaları yalnızca Kürt halkına, Alevilere, göçmenlere değil; LGBTİ+’lara da yönelmiş bir “disiplin toplumu” üretmiştir. Michel Foucault’nun biyopolitika analizinde belirttiği gibi, modern iktidar yalnızca öldürme gücü değil, yaşamları yönetme ve sınıflandırma gücüdür. Bu bağlamda LGBTİ+ varoluşları, iktidarın cinsiyetlendirilmiş bedeni disipline etme aygıtlarının doğrudan muhatabıdır.
Çözüm Süreci ve LGBTİ+ Hareketi: Sessizlik, Temas ve Direnç
2013–2015 yılları arasında yaşanan çözüm süreci, Türkiye’de silahlı çatışmaların durduğu, müzakere ve diyalog kanallarının açıldığı ve toplumsal muhalefet için görece daha geniş bir alanın oluştuğu bir dönem olarak hatırlanmaktadır. Bu süreçte Kürt Özgürlük Hareketi’nin geliştirdiği “demokratik modernite” ve “demokratik ulus” paradigması, cinsiyet eşitliğini ve halkların özgürlüğünü içeren radikal bir dönüşüm perspektifi sunmuş; kadın özgürlük ideolojisi bu paradigmanın kurucu unsuru haline gelmiştir. Ne var ki bu süreç, LGBTİ+ öznelerin barış inşasına eşit özne olarak katılımı bakımından ciddi boşluklar içermektedir.
Barış sürecinin politik muhatapları arasında doğrudan LGBTİ+ temsiliyeti bulunmamış; resmi görüşmelerde queer perspektifin adı dahi anılmamıştır. Bu durum yalnızca devletin yapısal dışlayıcılığını değil, toplumsal muhalefet içindeki kimi yapıların da LGBTİ+ların taleplerine yaklaşımındaki sınırlılığı açığa çıkarmıştır. LGBTİ+ örgütleri sürece destek sunsa da bu katkılar kurumsal düzeyde temsil bulamamıştır. LGBTİ+’lar, barış masasının etrafında değil; çoğu zaman dışında, seyirci ya da sembolik figür olarak konumlandırılmıştır.
HDP/HDK bünyesindeki LGBTİ+ temsiliyeti, çözüm süreci boyunca siyasal alanda önemli bir görünürlük yaratmıştır. HDP içinde LGBTİ+ komisyonlarının kurulması, parti belgelerinde cinsel yönelim ve cinsiyet kimliğine dayalı ayrımcılığın açıkça reddedilmesi; HDK çatısı altında LGBTİ+ bileşenlerin yer alması, queer öznelerin politik mücadelede pasif temsiliyetin ötesine geçerek, eşit özne olarak yer alma talebini açık biçimde ortaya koymuştur. Ancak bu görünürlük talebi barış sürecine ilişkin kurumsal ve politik çerçevede doğrudan karşılık bulmamıştır. Siyasal partiler ve toplumsal muhalefet aktörleri içinde cis-heteronormatif sınırlar çoğu zaman aşılmamış, LGBTİ+’ların talepleri kadın hareketinin uzantısı gibi konumlandırılarak özgül bir politik fail olarak tanınmaları ertelenmiştir. Bu eksiklik, LGBTİ+ öznelerin yalnızca devletin değil, çoğu zaman “müttefik” addedilen yapıların dahi tahayyül dünyasında yer bulamadığını göstermektedir.
Türkiye’de çözüm süreci, LGBTİ+ öznelliğini dışarda bırakan bir “heteronormatif uzlaşma” şeklinde kurgulanmıştır. Türkiye’de barış sürecinde LGBTİ+ özneler, bu sürece dair bilgi, deneyim ve tahayyülleriyle varlık göstermelerine rağmen, politik ve düşünsel zeminlerde tanınmamıştır. Bu durum, Gayatri Chakravorty Spivak’ın “Madun Konuşabilir mi?” sorusuyla işaret ettiği yapısal sorunu hatırlatır: Söz söyleme yetisi ile o sözün duyulma ve tanınma kapasitesi arasında derin bir eşitsizlik vardır. LGBTİ+ özneler kendi sözlerini üretmiş, barışa dair özgün tahayyüller geliştirmiştir; ancak bu sözler cis-heteronormatif bilgi ve siyaset rejimi tarafından çoğu zaman duyulmaz kılınmış, anlamlandırılmamış ya da geçersiz sayılmıştır. Bu bastırılma, queer barış tahayyülünün karşılaştığı en temel yapısal engellerden biridir.
Ancak LGBTİ+ hareketi, bu dışlanmaya karşı yalnızca sessiz kalmamış; barışa dair kendi sözünü üretmiş, barışı queerleştirme yönünde politik ve kültürel müdahalelerde bulunmuştur. Kampüs işgalleri, Onur Yürüyüşleri, sokak eylemleri, alternatif medya ve dijital mecralarda kurulan anlatılar aracılığıyla LGBTİ+’lar, barışın yalnızca silahların susması değil; bedenin, arzunun ve kimliğin özgürleşmesi anlamına geldiğini dile getirmiştir. Bu müdahaleler, LGBTİ+ öznelerin yalnızca barışın nesnesi değil; kurucu aktörleri olarak var olma iradesinin somut ifadeleridir.
Çözüm Sürecinin Çöküşü ve Normatifleşen Şiddet
2013–2015 yılları arasında yürütülen çözüm sürecinin çöküşü, yalnızca devlet ile Kürt Özgürlük Hareketi arasındaki müzakerelerin sona ermesi anlamına gelmemektedir. Aynı zamanda savaşın toplumsallaşması, normatif şiddetin sıradanlaştırılması ve farklı olanın varoluşuna yönelik düşmanlığın sistematikleştirilmesidir. Bu çöküşten en çok etkilenen toplumsal kesimlerden biri de LGBTİ+’lardır.
Çözüm sürecinin sona ermesiyle birlikte Türkiye, hızla otoriterleşen ve güvenlikçi devlet söyleminin belirleyici olduğu bir siyasal rejime sürüklenmiştir. Yeniden başlayan çatışmalar, yalnızca Kürt halkına yönelik fiziksel şiddeti değil, aynı zamanda muhalif tüm toplumsal özneleri hedef alan çok katmanlı bir baskı rejimini de beraberinde getirmiştir. Bu dönemde, güvenlik söylemi bir kez daha, devletin yeniden kurguladığı güvenlik rejiminin merkezine yerleşirken LGBTİ+ varoluş da ‘toplumsal tehlike’, ‘ahlaki tehdit’ ve ‘aile düşmanı’ gibi kodlarla çerçevelenerek düşmanlaştırılmıştır.
Çözüm sürecinin sona ermesinin ardından devreye giren Olağanüstü Hal (OHAL) rejimi, LGBTİ+ karşıtı politikaların hızla yaygınlaştığı, sivil toplum alanının daraltıldığı, kamusal mekânın LGBTİ+’lar için giderek güvensiz hale geldiği bir dönemi başlatmıştır. Onur Yürüyüşleri yasaklanmış, LGBTİ+ dernek ve inisiyatiflerin faaliyetleri keyfi biçimde engellenmiş, ifade ve örgütlenme özgürlüğü fiilen askıya alınmıştır. Bu süreçte LGBTİ+’lara yönelik düşmanlık, devletin tüm kurumlarına sirayet eden bütünlüklü bir ideolojik saldırıya dönüşmüştür. Diyanet İşleri Başkanlığı, yayınladığı fetvalar, raporlar ve söylemleriyle LGBTİ+ varoluşu şeytanlaştırırken; Cumhurbaşkanı’nın 2025 yılını “Aile Yılı” ilan etmesi, LGBTİ+ bedenlerin ve yaşamların kamusal alandan silinmesine yönelik toplumsal cinsiyet karşı aileci devlet seferberliğinin sembolik doruk noktası olmuştur. Millî Eğitim Bakanlığı’ndan Aile ve Sosyal Hizmetler Bakanlığı’na, medya organlarından yerel yönetimlere kadar iktidar blokunun tüm unsurları, neredeyse her gün LGBTİ+’ları hedef alan açıklamalar, politikalar ve uygulamalarla bu nefret rejimini yeniden üretmektedir.
Bu bağlamda Achille Mbembe’nin “nekropolitika” kavramı işlevsel bir kuramsal araç sunar. Mbembe’ye göre modern iktidar, yalnızca öldürme yetkisi değil, aynı zamanda kimin yaşamaya değer olduğuna karar verme gücüdür. Türkiye’de LGBTİ+ bedenler, bu karar sürecinin tam sınırında konumlandırılmıştır: Hukuken görünür ama siyaseten dışlanmış; kültürel olarak düşmanlaştırılmış ve fiziksel olarak her an tehdit altındadır. Bu durum bir ihmalden ibaret değildir; bilfiil yaşam karşıtı, yok edici bir stratejidir. LGBTİ+ varoluşu, iktidar tarafından toplumsal düzenin ve “makbul” yurttaşlığın ontolojik bir tehdidi olarak konumlandırılmakta; bu tehdide karşı geliştirilen her söylemsel ve kurumsal müdahale, bir tür biyopolitik ve simgesel şiddet mekanizması olarak işlemektedir.
Tanınmayanlar: Barış Sürecinde LGBTİ+ Bedenlerin Kırılganlığı ve Dışlanması
Barış süreçleri çoğu zaman heteronormatif ve eril bir tahayyülün sınırları içinde kurgulanır. Bu tahayyülde “barış” yalnızca silahların susması değil, aynı zamanda belirli özne türlerinin tanındığı, diğerlerinin ise görmezden gelindiği bir uzlaşma rejimi halini alır. Türkiye’de 2013–2015 çözüm süreci boyunca barış tahayyülünün kurucu bir bileşeni olarak kabul görmemiştir. Bu dışlanma, yalnızca temsil düzeyinde değil; aynı zamanda bilgi üretiminin sınırları ve meşruluk rejimleri üzerinden de gerçekleşmiştir.
Jamie J. Hagen, Queering Women, Peace and Security (2016) başlıklı çalışmasında, barış politikalarının yalnızca cis-hetero kadınları kapsayan dar bir çerçevede işlediğini ve LGBTİ+ öznelerin sistematik biçimde dışlandığını ortaya koyar. Hagen, Birleşmiş Milletler’in “Kadınlar, Barış ve Güvenlik” (WPS) gündemini incelerken, bu gündemin barış inşasını çoğu zaman “makbul”, heteroseksüel, annelikle özdeşleştirilen ve savaşın edilgen mağduru olarak temsil edilen kadın figürü üzerinden kurduğunu vurgular. Bu durum, lezbiyen, biseksüel, trans ve queer kadınların hem görünmezleştirilmesine hem de politik özne olarak tanınmamasına yol açar.
Hagen’in en önemli katkılarından biri, barış süreçlerinde yalnızca kimin temsil edildiğini değil, aynı zamanda kimin “barış bilgisi” üretebileceğinin sınırlarının nasıl çizildiğini göstermesidir. LGBTİ+ özneler yalnızca barış masasına davet edilmemekle kalmaz; aynı zamanda savaşa ve barışa dair kendi deneyimlerinin, kavrayışlarının ve tahayyüllerinin “meşru bilgi” olarak kabul edilmesi de engellenir. Bu da yalnızca bir görünmezlik değil, aktif bir bastırma ve silme süreci anlamına gelir.
Türkiye’deki 2013–2015 çözüm süreci de benzer bir biçimde işlemiştir. LGBTİ+ hareketi, barışa dair sözünü üniversitelerde, sokaklarda, sosyal medyada üretmiş; savaşın cis-hetero erkek öznesine karşı, beden temelli bir barış fikri inşa etmeye çalışmıştır. Ne var ki bu çabalar, müzakere sürecinin siyasal ve kurumsal çerçevesinde yer bulamamış; LGBTİ+ özneler ise ya mağduriyet üzerinden edilgenleştirilmiş ya da tümüyle dışlanmıştır. Bu dışlanma yalnızca sessizlikle sınırlı değildir; aynı zamanda queer barış tahayyülünün bastırılması ve queer öznenin politik imkânsızlık alanına itilmesiyle de ilgilidir.
Jamie J. Hagen’in queer barışı düşünmeye yönelik çağrısı, yalnızca temsiliyetle ilgili bir mesele değil; barış süreçlerinin epistemolojik ve ontolojik altyapılarını dönüştürmeye dair bir taleptir. Barış, yalnızca çatışmanın sonu değil; aynı zamanda hangi bedenlerin, hangi kimliklerin ve hangi bilgilerin “barışa dair” kabul edildiğini belirleyen bir iktidar rejimidir. LGBTİ+ öznelerin dışlanması da bu iktidar rejiminin yeniden üretimi anlamına gelir.
Bu noktada Nikita Dhawan’ın “epistemik şiddet” kavramı devreye girer. Dhawan’a göre, barış süreçleri yalnızca silahların bırakılmasını değil, aynı zamanda bastırılmış bilgi biçimlerinin, unutulmuş hafızaların ve dışlanmış öznelliklerin tanınmasını da içermelidir. Türkiye’deki barış sürecinde ise LGBTİ+ hareketinin militarizm karşıtı bilgi birikimi, beden temelli direnişi ve şiddetsizliğe dair talepleri politik olarak değil, epistemik düzeyde de görmezden gelinmiştir. LGBTİ+ özneler, yalnızca fiziksel olarak değil; düşünsel, tarihsel ve sembolik düzlemde de barış tahayyülünün dışında bırakılmıştır. Bu durum, queer bedenin kırılganlığını derinleştirirken, aynı zamanda barış süreçlerinin ne denli daraltıcı ve hiyerarşik olduğunu açığa çıkarır.
LGBTİ+ bedenlerin kırılganlığı bu nedenle yalnızca fiziksel değil; epistemik, politik ve simgesel düzeylerde de süreklilik arz eden çok katmanlı bir dışlanma halidir. Barış sürecinde tanınmayan bu özneler, dışlanmanın kıyısında kalarak değil; ona karşı alternatif barış tahayyülleri kurarak direniş göstermiştir. Bu nedenle queer öznenin barış inşasında tanınması, yalnızca dahil edilme meselesi değil; eşitlikçi ve çoğulcu bir barış tahayyülünün imkânı olarak düşünülmelidir.
LGBTİ+’ların Kurucu Öznelik Hakkı: Barışın Queerleşmesi ve Küresel Deneyimler
Barış, yalnızca silahların susması değil; aynı zamanda toplumsal normların, iktidar ilişkilerinin ve tanınma biçimlerinin dönüşümüdür. Gerçek anlamda barış, yalnızca şiddetin sona ermesiyle değil; hangi bedenlerin görünür, hangi yaşamların yaşanmaya değer ve hangi bilgilerin geçerli sayıldığına dair kurucu bir yeniden inşa süreciyle mümkündür. Bu nedenle barış, yalnızca “temsiliyetin” değil; “kurucu öznelik hakkının” yeniden dağıtılması anlamına gelir. Bu dönüşümün gerçekleşebilmesi için barış süreçlerinin sadece müzakere masalarından değil, aynı zamanda sokaktan, bedenden ve ötekilerin bilgisinden beslenmesi gerekir.
Türkiye’de LGBTİ+ hareketinin barış süreçlerinde görünmez kılınması, yalnızca politik temsile dair bir eksiklik değildir; aynı zamanda tanınmama, bastırılma ve sistematik olarak dışlanma biçimidir. Tanınmayan beden, yalnızca görünmez olmakla kalmaz; yas tutma, hatırlanma ve politik alanda yer alma hakkından da mahrum bırakılır. Queer bedenin dışlanması, barışın ontolojik sınırlarının nereden çizildiğini gözler önüne serer. Gerçek bir barış, queer öznelerin yalnızca mağdur olarak değil; aktif fail, dönüştürücü özne ve kolektif kurucu olarak sürece dahil edilmesiyle mümkündür.
Bu bağlamda farklı ülkelerdeki deneyimler, Türkiye’deki mücadeleyi daha geniş bir çerçevede düşünmek açısından öğreticidir:
Bu örnekler, LGBTİ+’ların barış süreçlerinde görünür kılınmasının yalnızca bir “temsiliyet” meselesi olmadığını; barışın içeriğini, biçimini ve dilini dönüştürmeye yönelik kurucu bir müdahale olduğunu açık biçimde göstermektedir. Barış tahayyülünün cis-hetero, ve erkek kodlarla sınırlandırılması, queer bedenin barış içinde yaşam hakkını daha en baştan dışlayan bir ontolojik mühendisliktir.
Türkiye açısından bakıldığında, Abdullah Öcalan’ın 27 Şubat 2025 tarihli “Barış ve Demokratik Toplum Çağrısı”, yeni bir müzakere süreci için olanak sunmaktadır. Ancak geçmiş deneyimlerin tekrarlanmaması için, bu sürecin başından itibaren LGBTİ+ öznelliğin kurucu bir politik aktör olarak tanınması elzemdir. Bugün Türkiye’de LGBTİ+ hareketi, çok daha örgütlü, kuramsal ve politik bir düzeye ulaşmıştır. Bu noktada queer öznellik, artık sadece dayanışma gösterilecek bir mağduriyet değil; barışı yeniden kuracak, dönüştürecek ve radikalleştirecek bir politik kapasite olarak görülmelidir.
Epistemik, Politik ve Ontolojik Bir Barış İçin
Barış, devletlerin aralarında vardığı bir uzlaşmadan ibaret değildir. Gerçek barış, halkların, kimliklerin ve direnişlerin birlikte kurduğu çoğulcu bir yaşam tahayyülüdür. Bu tahayyül, LGBTİ+’ların yalnızca sembolik olarak temsil edildiği değil; kurucu özne olarak sürece dahil olduğu bir yeniden inşa gerektirir. Türkiye’de LGBTİ+ hareketi, savaşın hedefi, tanığı ve aynı zamanda direniş öznesi olmuştur. Dolayısıyla, bu hareketin deneyimi ve bilgisi, barışın yeniden tanımlanması açısından yaşamsal bir kaynak sunmaktadır.
Barışın queerleşmesi, yalnızca silahların susması anlamına gelmez; normların, tahakküm biçimlerinin ve cis-hetero düzenin dönüşmesini ifade eder. Bu nedenle LGBTİ+’ların barış sürecine katılımı bir “temsil” meselesi değil; epistemik, politik ve ontolojik adaletin zorunlu bir parçasıdır.
Bu bağlamda, queer bir barış tahayyülü için aşağıdaki ilkeler yol gösterici olmalıdır:
Barışın lubunyalaşması/queerleşmesi, yalnızca savaşın sonu değil; cis-hetero normların, inkâr siyasetinin ve tekil yurttaşlık rejimlerinin de sona ermesi demektir. Bu, çokluğun tanındığı, farkın korunduğu ve birlikte yaşamanın mümkün kılındığı yeni bir yaşam biçiminin çağrısıdır. Ve artık beklemenin değil, kurmanın zamanıdır.
KAYNAKÇA
ALICI, Nisan & DAŞLI, Güneş (haz.) (2019), Toplumsal Cinsiyet Ve Barış: Geçiş Dönemi Adaleti, Hafıza ve Barış İnşası, Dipnot Yayınları.
BUTLER, Judith (2015), Savaş Tertipleri: Hangi Hayatların Yası Tutulur, (çev: Şeyda Öztürk), Yapı Kredi Yayınları.
DHAWAN, Nikita (ed.) (2014), Decolonizing Enlightenment: Transnational Justice, Human Rights and Democracy in a Postcolonial World, Barbara Budrich Publishers.
FOUCAULT, Michael (2015), Biyopolitikanın Doğuşu College De France Dersleri (1978-1979), (çev: Alican Tayla), İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları.
HAGEN, Jamie J. (2016), “Queering Women, Peace and Security”, International Affairs, 92(2), 313–332. https://doi.org/10.1111/1468-2346.12551
MBEMBE, Achille (2023), Nekropolitika, (çev: Nihan Şakar), Sub Press.
SPIVAK, Gayatri Chakravorty (2016), Madun Konuşabilir mi? (çev: Emre Koyuncu), Dipnot Yayınları.
İnsanlık tarihi, insanlığın yürüdüğü yolun anlatısıyken bu anlatıyı tek şerit yolda şekillendiren, insanlık muhayyilesini tutsak eden düşünceler sistematiği ve kapitalist modernite bu dergide deşifre olacak.